14 Ağustos 2013 Çarşamba

Swingers (1996)

Kendine oyunculuk sektöründe umutsuzca bir yer arayan Mike altı ay önce ayrıldığı sevgilisini unutmakta güçlük çekmektedir. Arkadaşları ona bu aşk acısını unutturmak için türlü cambazlıklar yapsa da Mike eski sevgilisini aklından çıkarmamakta kararlıdır.

Hayatınızda mutlaka unutmakta zorluk çektiğiniz eski sevgilileriniz olmuştur. "Beni arayacak mı? Telefonum çalacak mı? Ben onu arasam mı? Acaba şurada karşılaşır mıyız? Karşılaştığımızda yanında sevgilisi olursa ne yaparım? Pişman olacak mı? Değerimi anlayacak mı? Onu çok özlüyorum" gibilerinden hafıza güçlendirici kendine acıma nöbetleri geçirmişsinizdir.

Eski sevgiliyi unutmanın akla ilk gelen yolu yeni sevgili yapmaktır. Ancak bu ribaund psikolojisi yüreği olan hiç bir insan evladı için yeterli değildir. İşte Mike, bir yandan kendisine tamamen iyi niyetle ancak onu hemen biriyle evermek gibi son derece yüzeysel fikirlerle yaklaşan arkadaşlarıyla boğuşurken, bir yandan bedeninin ve ruhunun asla içselleştiremeyeceği garip aşk kanunlarıyla savaşmak zorundadır. Bu savaştaki mağlubiyetini baştan arkadaşı Trent'e haykırır: "Neden sevgilimin yanına yaklaşamayacak kadınların yanına gidip bana ait olmayan türlü oyunlar yapayım ve bir de üzerine ret edileyim?"Bütün film boyunca bu zihniyetteki bir adamla iflah olmaz hergele arkadaşlarının türlü ortamlardaki çatışmalarını izliyoruz. Casino'lar, underground partiler ve barlarda tanışılan kadınlar, Mike'ın serzenişinin kendini gerçekleyen bir kehanete dönüşmesine yol açıyor.

20'li yaşlardaki hergele boş zamanlar, asla gerçekleşmeyen hayaller, cool olma çabaları, hayatın acımasızlığı ve fakat bireyin asla kaybolmayan ümidi, erkeğin her kadını bir skor olarak görmesi ve kendini olduğundan farklı biri gibi gösterme çabası bu filmin kodlarını oluşturuyor. Kodların her biri, eğlenceli bir dil, iyi oyunculuklar (özellikle gencecik Vince Vaughn'un performansına dikkat) ve az biraz da Tarantinesk tavırla anlatılıyor.

Swingers 90'ların Tarantino etkisindeki bağımsız filmlerinin harika bir örneği. Ancak ustasına göz kırparak kendi orijinal sesini bulabiliyor. Genç insanların hayata olan bağlılığı izleyiciye çok iyi geçiyor ve yönetmen, yüzeysel ilişkilere karşı, duyguların ve samimiyetin asaletini ön plana çıkarıyor. 2/4

Get Lucky


Tüm zamanların en iyi müzik videosunun (Around the World) sahibi olan elektronik müzik grubu Daft Punk, Get Lucky'yle çıtayı artık iyice ulaşılmaz bir noktaya çekti. Karanlık ve avangart kısa filmlerin dahi çocuğu Cem Barışcan'ın kendisi dahi bu klibin yönetmenliğine soyunduğunda ortaya çıkacak işin böylesine bir sansasyon yaratacağını tahmin etmemişti herhalde.

Düşük bütçeli filmlerin artık uluslararası arenada kendine rahatlıkla yer bulabildiği bir zamanda, devrin en yenilikçi elektronik gruplarından birinin bu işe soyunmuş olmasına şaşmamalı. Burada görülmesi gereken, usta bir kamera-göz'le doğru kapsam içindeki rastlantısallığın birleşiminin ortaya koyduğu öngörülemez sonuçtur. 

Miles Davis, tüm zamanların en çok satan caz albümlerinden Kind of Blue'yu, stüdyoya getirdiği "fikir tohumları"nı usta müzisyenlerle yorumlayarak yaratmıştı. Bir parça hariç hiçbir alternatif kayıt içermeyen bu albüm, açık uçlu fikirlerin ustaların elinde nasıl beklenmedik eserlere dönüşebileceğinin ispatıydı. 

Cem Barışcan, bu klibiyle Miles Davis ekolünün bir adım daha ötesine geçmiş gözüküyor. Miles albümünü uzun zamandır tanıdığı müzisyenlerle kaydetmişti. Cem Barışcan ise, "açık uç" kavramını birazcık daha esneterek, eserini şahsen tanımadığı ve davranışlarını kesinlikle öngöremediği insanlarla ortaya koyarken, yerellik, memleket ve mahalle kavramlarına hak ettiği övgüyü yağdırıyor. "Bu insanları teker teker tanımama gerek yok, hepimiz Fethiye'liyiz ve bu bizim birbirimizi anlamamız için yeterli" diyor. 

Klibin varoluşçu duruşu ise ayrı bir övgüyü hak ediyor. Bildiğiniz tüm düğünleri düşünün. Gözünüzün önüne gelen tüm manzaralar herkesin o düğün içerisinde nasıl "düğün" rolüne girdiğiyle ilgilidir. Kısıtlanmayı seven insanoğlu ancak bir kaç kadeh içkiden sonra birazcık varoluşu deneyimlemeye başlar ve alışıldık rolünün dışına çıkar. Bu klipte, insanların nasıl doğal halleriyle davrandığını izlerken, adeta bir "varoluşu deneyimleme ayini"ne şahitlik ediyorsunuz. Barışcan, bu mesajı tabii ki çok sevdiği ironi diliyle anlatmayı ihmal etmiyor: Uzun süre varoluşçu ayini izledikten sonra gelinin - diğer insanlardan tamamen farklı bir kişinin - gelişiyle, rolüne bürünen insanla kendini salan insan arasındaki farkı belirgin olarak görüyoruz. Daha sonra bu fark, yine ayin yapanlardan farklı bir sıfata sahip olan saz ekibine yapılan yakın çekimle daha da vurgulanıyor. Saz ekibi, tıpkı gelin gibi, "rolüne bürünen insan"ın gerginliğini yaşıyor. 

İşin bir de teknik boyutu var. Barışcan; ucuz bir kamera, usta bir göz ve fiziksel kıvraklıkla, içinden çıkılması zor bir durum olan "tek mekan - tek kamera - gerçek zamanlı çekim" şeytan üçgeninden muhteşem bir kompozisyon çıkarıyor. 

Daft Punk, Around the World'le zaten tepeye oturmuştu, ama artık ulaşılamaz ve başka hiç bir şeyle kıyaslanamaz bir noktaya erişti. Cem Barışcan, en başarılı işine imza atarken, Daft Punk Get Lucky'nin nakaratındaki şu sözleri haykırıyordu (serbest çeviriyle):

Şafağa kadar uyumak yok bu gece,
Uyumak yok, her şeyden birazcık daha bu gece, 
Eğlenceye doyacağız, gözlerimiz açık bu gece
Durmayacağız hiç, bahta yelken açtık bu gece...

Muhteşem bir müzik videosu. Linkini tepede verdim, sakın kaçırmayın. 

4/4

(Get Lucky - Fethiye'de Düğün isimli video klip, bu blogda benden tam puan alan ilk eser olarak tarihe geçmiştir) 


    

13 Ağustos 2013 Salı

90'lı yıllar

Yakında bu ekranda okuyacağınız "Swingers" adlı film beni feci şekilde 90'lı yıllara götürdü. 90'lı yıllar demek, 79 doğumlu biri için gençlik demek ve gençlik serbestlik demek. Serbest olmasaydım bir yılımı İTÜ'ye, bir yılımı da üniversite sınavına hazırlanmaya harcayıp, ölümüne Boğaziçi mottosuyla yola çıkabilir miydim? Çıkamazdım. Hayatımı bu denli kökten değiştirecek cesareti zaten bir daha hiç yakalayamadım. O enerji nasıl geldi, nasıl bu kadar cesur oldum zerre hatırlamıyorum. 

Lise günlerinde, anneannemin evinde, kuzenimle kanal D'de "Ucuz Roman" diye bir film seyrettim. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Oğuzhan'la ertesi gün Ucuz Roman'dan başka bir şey konuşmadık. Film bizi o kadar derinden etkilemişti ki, tüm künyeyi ezberlemiştik, ardından Tarantino'yu etkileyen isimleri araştırdık ve sinema tutkumuzda artık yeni bir ufkumuz vardı. 

O zamanlar internet pek yaygın değildi. Annem havaalanında çalıştığından internete erişimi vardı. Siparişim üzerine Ucuz Roman'ın senaryosunu indirdi, bastırdı ve eve getirdi. Defalarca ve saplantılı biçimde okudum. Ömrümde hiç bir yazılı metni böylesi bir konsantrasyonla okumamıştım.  

Bu ufku bugüne kadar hep gördük. Özellikle 90'larda kendi senaryolarımızı yazma girişimlerinde bulunduk. Deli gibi Tarantino'ya öykünüyorduk. Yalnız değildik. Bütün Amerikan sineması onun peşinden gidiyordu ve taklitleri bir bakışta eleyebiliyorduk. Tarantinesk diye bir kavram ortaya atılıyordu ve bu kavramın altında değerlendirilen filmlerin çoğu kötüydü. 

Sonrasında hayatım da bir bağımsız Amerikan filmi edasıyla ilerledi. Uzun süre Tarantino'nun Ucuz Roman'da oynadığı role büründüm. Ancak benim hemşiremin şakası yoktu ve maalesef Mr. Wolf'un telefon numarasını bilmiyordum... 




In the Company of Men (1997)

Sevgilileri tarafından terkedilmiş 30'lu yaşlarda iki beyaz yakalı, 6 haftalık iş seyahatlerinde karşı cinsten intikam almak için bir plan yapar. Ancak bu plan, duyguların işin içine girmesiyle çok geçmeden bozulacaktır...

Küstah, alaycı, acımasız, geveze ve yakışıklı Chad, sevgilisinin kendisini terk etmesiyle küplere binmiştir. Kendi halinde ve işinde gücünde olan arkadaşı Howard'ın durumu da farklı değildir. İkisi birlikte 6 haftalık bir iş seyahatine çıkacaktır. Chad havaalanında kadınlar üzerine uzun bir tirad patlattıktan sonra ağzındaki baklayı çıkartır: Kadınlardan intikam almak istemektedir. Howard'a bir teklifte bulunur. Gittikleri yerde bir kurban seçecek, bu kurbanla aynı anda birlikte olacak sonra da onu yüzüstü bırakacaklardır. Chad bunun ileride birbirlerine anlatacakları "eğlenceli" bir hikaye olabileceğini düşünmektedir. Ümitsiz durumdaki Howard, arkadaşının teklifini çok düşünmeden kabul eder.

Chad yeni iş yerine varır varmaz güzel ancak sağır bir daktilocu olan Christine'i farkeder. Howard'la aynı anda Christine'le çıkmaya başlarlar. Uzun zamandır yalnız olan bu zavallı kız, mutluluktan uçmaktadır. Tabii ki kalbini Chad'e kaptırınca, plan tel tel dökülmeye başlar...

Erkeğin küstahlığını, kötülüğünü ve hayvanlığını gözler önüne seren bu filmin belki bütçesinden belki de yönetmenin savsaklığından kaynaklanan ilginç bir dili ve atmosferi var. 6 haftanın sonunda ne olacağına dair merakınız zaman zaman ölecek gibi olsa da daima diri tutuluyor ve yönetmen, dramatik ironiyi (izleyicinin bildiğini filmdeki karakterin bilmemesi durumunu) aktif bir kara film ögesi olarak kullanıyor: Masum Christine için endişeleniyorsunuz. Bu da filmi sürekli tedirgin ve karamsar bir ruh haliyle izlemenize yol açıyor.

In the Company of Men özürlü bir kadının kaderinin erkekler tuvaletindeki acımasız kahkahalarla yazıldığı sert ve şakası olmayan bir film.

2/4


Cube (1997)

Bir firari, bir doktor, bir nihilist, bir otistik, bir polis ve bir matematikçi kendini içi tuzaklarla dolu çok odalı bir kübün içinde bulur ve bu kübün içinden çıkmak için matematiksel hesaplarla, birbiriyle ve çeşitli tuzaklarla boğuşmak zorundadır.

Kahramanların tanımlarından da anlaşılacağı gibi, çok fazla alt metine gebe, farklı okumalara açık bir kurmaca. Böylesi durumda şüphesiz film bir çok mesaj veriyor. Burada büyük bir tuzak var: Bu kadar alengirin içinde verilmek istenen mesajın kurmacanın akıcılığının önüne geçme durumu. Ancak Cube, izleyiciyi hiç sıkmadan akıcı bir dille ilerlerken yapacağınız tüm okumaları önünüze bir alt seçenek olarak sunuyor. Kısacası bu tuzağa düşmüyor.

Kahramanların önünde duran üç temel engel var: Tuzaklar, çıkış şifresi ve kişisel anlaşmazlıklar. Her engel kendi karakteriyle filmde etkin bir işlevsellikle kullanılıyor: Tuzaklar hemen hemen tüm filmlerde görebileceğimiz gerilim öğesini tetikliyor. Bu gerilim öğesi karakterlerin asabını bozuyor ve çok geçmeden şiddetli tartışmaları ortaya çıkarıyor. Tuzaklar ve tartışmalar zihin açıyor ve film, çoğunlukla matematikçi kızımızın kah doğru kah yanlış çözümlemeleriyle bizi bir sonraki bölüme taşıyor.

Yönetmenin filmin başından itibaren süre gelen bir ironi aşkı var: (Dikkat spoiler) Fiziksel olarak herkesten üstün nazi ruhlu zenci(!) polisin ölümü, fiziksel ve zihinsel olarak(!) herkesten zayıf olan otistiğin son anda ortaya çıkan matematiksel kabiliyeti ve kübün içinden çıkarmayı başaran tek kişi olması, herkese şefkatle ve koruyucu bir tavırla yaklaşan hizmetkar ruhlu doktorun son derece acımasızca ölüme terk edilmesi (öldürülmesi), hapisten kaçmakla meşhur olmuş bir firarinin grup içinde ilk ölen kişi olması vs...

Peki bu ironi aşkı nereden geliyor? Burada nihilist kahramanımız bize son sözüyle yardımcı oluyor. Kübün çıkışına geldiklerinde dışarıya çıkmayı reddediyor. Aslen reddettiği şey dışarıya çıkmak değil, "insanların sınırsız aptallığı"... Hayatın bir amacı yok, olaylar ilahi sebeplere dayanmıyor... Bu dünyada bir işin uzmanı, uzmanı olduğu iş tarafından öldürülebilir; korumak ve hizmet etmekle görevli olan polis saldırıp emirler yağdırabilir; en güçlü olan ölürken, en zayıf olan yaşayabilir vs. Sınırsız insan aptallığının hüküm sürdüğü ve sebep sonuç ilişkilerinin ilahi bir düzenle yönetilmediği bir dünyada ironi kaçınılmazdır.

Filmin zengin bir alt metin potansiyeli var. Yukarıda ilk aklıma gelen okumayı yaptım. Bir okuma kahramanların isimlerinden yola çıkabilir (hepsi hapishane ismi), bir okuma odaların renklerinden çıkabilir, bir çok farklı okuma ilişkilerden ortaya çıkabilir...

Cube'un en büyük başarısı size tüm bu okumaları yaptıracak kadar filmi sevdirmesi. Yönetmen kapalı ve yalın bir mekanda, bilim-kurgu ve gerilimi sürükleyici bir şekilde birleştiriyor.

3/4



12 Ağustos 2013 Pazartesi

Breaking Bad

Yeni bölümü sabah uyanır uyanmaz izledim. USA'dan 8 saat sonra izledim ama hiç olmazsa e2'nin eline bakmıyorum. e2 dedim de aklıma eski günler geldi, hislendim az biraz. Dur biraz o günlerden bahsedeyim.

Bir yaz e2 çifter çifter BB bölümleri veriyordu. O zaman başladım izlemeye. 3. sezonu tamamen e2'den çarşamba günlerini bekleyerek izledim. Biramı alırdım, salonda bebek kakası rengine çalan bir puf vardı, onun üzerine çökerdim. Allah'ım ne keyifti be. Bir yanda BB, bir yanda bira... Daha ne istersin arkadaş?

Ben de Walter gibi, güneşli bir kamuflajın altında, son derece karanlık günler geçiriyordum. Ben de Walter gibi, sıkıntımı bir Allah'ın kuluyla paylaşmıyordum. Ben de Walter gibi, metaforik anlamda, ölümümü bekliyordum. Sonra, metaforik anlamda vefat ettim.

Şimdi gelelim konuya... Son bölümü izleyenler... Ben nasıl kabuk değiştirdiysem, Walter da kabuk değiştirecek. Kesinlikle ölmeyecek, alın bu kadar net konuşuyorum. Açar bakarsınız 7 hafta sonra. Çünkü Walter'ı yaşatan şey, yaptığı korkunç seçim değil, sevdiği işi yapması. Şimdi zannediyorsunuz ki kötülükten elini ayağını çektiği için kanser nüksedecek. HAYIR!

Walter yeni kimliğiyle uyum sağlamayı öğrenecek. Davranışlarının yol açtığı sorunları telafi etmenin yollarını arayacak. Jesse'nin vicdanı, onu bugünlere getirdi ve bu vicdan şimdi kötülüğün üzerine kabus gibi çökecek. Yanlış duymadınız. Walter bu sezonda taraf değiştirecek!

Bu tabii hemen olmayacak. Walter ikiyüzlü, yalancı, katil, uyuşturucu üreticisi, düzenbaz... Bir anda peygamber olamaz. O, iyi yolun yolcusu olacak. Kötülüklerinden yavaş yavaş arınacak. Hadi dizinin sonunu da tahmin edeyim: Ölmeyecek ama, çok sevdiği ailesini de terketmek zorunda kalacak.(Metaforik anlamda ölecek).

Breaking Bad yeni bölümüyle beni uçurdu. Skyler inceden karanlık tarafa geçmiş. Hank aptallığına doyamıyor. Walter, son sahneyle - DİKKAT SPOILER - Hank'i doğrudan 5 dakikada kafalayabileceğini gösteriyor. Jesse ayak bağı olmaya devam ediyor, vicdanlı bir uyuşturucu üreticisi olmanın yarattığı tarifsiz kişilik tutarsızlığının sancısını çekiyor. İşin en acayip tarafı, Breaking Bad bomba gibi giriş yapmıyor, Breaking Bad gibi giriş yapıyor.

Tabii ki WIRE dünya televizyon tarihinin gördüğü en güzel şeydir, ama Breaking Bad; Heat'tir, Scarface'dir, Godfather'dır. Kaçırmayın.

PS: Bundan sonra yorum yazmayan okuyucuları tespit edip hakkında hukuki işlem başlatacağım. Taş attınız da kolunuz mu yoruldu. Asabiyim.





Sitem

Doymadım, doyamadım sevmelere seni ben... Ne inkar ne itiraf... Şaka şaka...

Blog'u okuyosunuz iyi güzel. Sayemde iyi müzik dinleyip iyi filmler izliyorsunuz. Allah rızası için 2 gram bir yorum yazın da şenleneyim. İyi deyin, kötü deyin, bu filmi abarttın deyin. Sadık okuyucularım! Size sesleniyorum!


Gary Clark Jr.

Uzun zamandır rock müziğin başına gelen en güzel şey...

Son derece basit armonilerle mucizeler yaratıyor. Sonsuza yakınsayan parçalarında gitarından çıkan çığlıklarla bir ayini yönetiyor. Gitar tekniği Jimi'yi andırıyor ama Jimi'den çok daha yalın bir hali var. Tüm usta müzisyenler gibi, gücünü müziğin en önemli elementinden alıyor: Zaman duygusu. Ağır bir sol eli var ama ruhun doğrudan uzantısı olan sağ eliyle bir çaldığını 10 farklı şey çalıyormuş gibi duyuruyor. Vokal tarzı da Jimi'yi andırıyor, ancak gitar tarzı gibi, sesi de Jimi'den daha naif. Ana memleketi rock-blues, ancak o R&B ve Hiphop yapmayı da seviyor.

Daha ben çok Gary Clark yazısı yazarım. Siz derhal 2012'de çıkan albümünü edinin. Hislerime tercüman olan bu muhteşem insanı gözlerinden öpüyorum, sizler için don't owe you a thang'den kafama göre alıntı yapıyorum:

Well I ain't got no money. 
No fancy car.
Ain't got no excuses baby. 
Hanging at the bar.
I don't owe you a thing baby 
Oh we ain't getting married. 
I ain't buying you a diamond ring.
That's alright!
Ain't got no credit. 
No fancy clothes.
Ain't got no excuses baby, 
But good man knows...
This all you get now baby, 
this all you get. 
Just name this guitar baby, 
thats all you get

1 Ağustos 2013 Perşembe

Little Miss Sunshine

Yeni izledim ne var? Hemen dalga geçmeyin.

Toni Collette'in hastasıyım.

O güzeller güzeli kızın ağbisinin yanına gidip hiç bir şey söylemeden oturduğu sahne var ya, anlayabildiniz mi onu? İşte o benim. Aramızdaki fark şu: Kelimelerin hiç bir işe yaramadığını ben tecrübeyle öğrendim, o ise içsel olarak zaten biliyor.

Uyuşturucu bağımlısı dedeye ne demeli?

Dedesinin torunu... Canım benim... Aklımı aldın kız.

O değil de, ben niye her filmde salya sümük ağlıyorum? Lan, yoksa hakkaten 35 yolun yarısı falan olmasın? Ben sonsuza kadar yaşayacağım zannediyorum.Bu yıl saçımdaki beyaz miktarında gözle görülür artış var... Anam anam anam...

3/4


Safety Not Guaranteed

Herkesin seninle dalga geçtiği bir dünyada, "safety is not guaranteed". Diğerleri gibi olamayan insanların öyküsü...

3/4