31 Ekim 2013 Perşembe

İnsanlık Kariyeri

İş kariyerinden ziyade, insanlık kariyerinden bahsediyorum aslında. Yoksa iş kariyeri dediğin, şerefinle ve alın terinle elde ettiğinde çok değerli olsa da; ahlaksızlıkla da ulaşılabilen bir hedeftir.

Benim için iş kariyerinden çok insanlık kariyerin daha önemlidir. Tanrının bir gün bizi bir hesap gününe tabi tutacağına inanmıyorum. Ama şerefli insan o hesabı her gün kendine verebilmelidir. Kendine verdiğin bu hesap, kişisel bütünlüğün temelini oluşturur. Hatalar için sorumluluk almak yerine bahaneler uydurmak, kendini kandıran insanın alışkanlığıdır.

Ne güzeldir "ama" kelimesini kullanmadan hatalarından bahsetmek ve bu hataları tekrarlamak yerine kendini düzeltip yoluna devam etmek...

Değerlere bağlı kalmak, bir insanın insanlık kariyerinin ve kişisel bütünlüğünün özüdür. Değerlerin nedir senin?

Aklıma gelen en önemli değer dürüstlüktür. Bana göre bu değere sahip insan, insanlık kariyerinde eline altın bir anahtar alır. Dürüstlüğüne sarılan insan, hayatındaki dış etkenler ne olursa olsun, sınırsız bir iç huzurla yoluna devam eder. Nasıl etmesin ki? Bir insanın sürekli kendine ve başkalarına karşı dürüst olduğunu düşünün... Bunun verdiği zenginlik, parayla, pulla, kariyerle ya da diğer hiçbir maddi yolla elde edilemez.

Hayatınızda hiç şöyle anlar yaşadınız mı: Çok başarılı ve zengin biriyle tanıştınız, hatta bu tanıştığınız insan iyi de bir insan, ama örneğin yemek yemeyi bilmiyor, ya da iki lafı bir araya getiremiyor, en basit empati yeteneğinden yoksun vs. Demediniz mi o zaman "böyle olacaksa hiç olmasın daha iyi"... İşte tam da bundan bahsediyorum.

Bireyin mutluluğu için gerekli en önemli besinler bireyin içindedir aslında. Huzurlu hayat bireyin içindedir. Buna ulaşmak çok zor da değil... Nasıl olabilir ki? Sadece davranışlarınızla, içsel konuşmanızla, insanlığınızla buna ulaşabilirsiniz. İşte bu huzur, öyle bir huzurdur ki, öyle huzurlu bir "0" noktasıdır ki, bundan sonra hayatınızda başınıza gelebilecek her şey bir teferruattır. Gerçek güce ve mutluluğa giden yol, tamamen dış dünyaya verdiğiniz tepkilerin olgunluğundan geçer. Hayat sizi geriye çekse bile, en kütü ihtimalle, zaten her şeyin yolunda olduğu "0" noktasına geri dönersiniz.

Ne güzel bir sıfır noktasıdır dürüstlük. İnsanlar sizi dürüstlüğünüzden ötürü sevmezler ama siz içten içe bilirsiniz ki bu insanlar hayatlarında bir çok kez ne kendine ne de çevresindeki insanlara dürüst olamamış insanlardır aslında.

Karşıtlıklar, harika öğretmenlerdir. Hayat her şeyi size dramatik yapısıyla beraber verir. Eğer bana karşı dürüst olmayan bir insanla ilgili bir kuyruk acım olmasa tabii ki bu yazıyı yazmazdım, hayatta sahip olduğum bu erdemin değerini kavrayamazdım. Ancak bu da bir bakış açısıdır işte. Öğretmeninize kızar mısınız, hakkınızı haram eder misiniz, yoksa size verdiği dersten dolayı ona müteşekkir mi olursunuz?

Anlattıklarımın değeri ancak onlara sahip olmayan insanlara rastladığınızda ortaya çıkıyor. O yüzden diyorum ki, iş kariyeri dediğiniz iyidir hoştur, ancak insanlık kariyeriniz çok daha kalıcıdır. Ölüme kadar başınıza ne gelirse gelsin sizinle beraber kalır. Sadık kalın değerlerinize, öğretmenlerinizi iyi tanıyın, ve insanlık kariyerinizin tadını çıkartın.




28 Ekim 2013 Pazartesi

Chico & Rita (2010)

Düşük bütçeli mucize Chico & Rita... 

Bugüne kadar izlediğim en iyi aşk filmi. Küba'nın en iyi caz piyanistiyle, en iyi vokalistinin aşkı... Birbirlerine aşık olduktan sonra kaderin türlü cilveleriyle bir ayrılıp bir birleşirler. 

Havana, New York, Paris... Bütün film boyunca çalan muhteşem müzikler... 

Biyografik değil ama, çeşitli Küba'lı müzisyenlerin hayatlarıyla paralellik taşıyan bir film. Her saniyesi duygu dolu. Sakın kaçırmayın. 

3/4 (Ve şapkalı adam, tabii ki Thelonious Sphere Monk) 

27 Ekim 2013 Pazar

Gravity

Çok önce yazmam gereken bir filmdi bu. Neresinden başlasam bilemiyorum.

Dünyanın adam gibi ilk üç boyutlu filmi olmasından mı başlasam, Sandra'dan mı girsem, uzun zaman sonra gerçek bilimin yüksek bütçeli bir bilim kurguda kullanılmasından mı dem vursam, uzaydaki boşluğun yarattığı ve kesinlikle bize de dibine kadar yaşattığı duyguları mı tarif etsem, bir insanın hayatta yaşayabileceği en büyük acıya rağmen savaşma azmini diri tutmasının ne kadar akıcı bir dille işlendiğini mi anlatsam... En iyisi hiçbirine girmeyeyim, zaten girsem de çıkamam.

Uzun zamandır başyapıt izlememiştim. Bu satırları okuyanlar... Dileğim bir küçüğünüzü de yanınıza alıp bu filme götürmenizdir. Çünkü ona hayatı boyunca unutamayacağı bir anı yükleyeceksiniz. Zihnini açacaksınız. Büyüdüğünde, ne zaman lafı açılsa, beni bu filme filanca ablam, ya da filanca abim vs. götürdü diye anlatacak.Yalnız dikkatli olun, kalan hayatını astronot olmaya, ya da Mars'ta gönüllü yaşamaya adayabilir.

4/4 (Bu blogda ilk kez bir filme tam puan veriyorum haberiniz ola)

We are what we are (2013)

Neysek oyuz...

Yamyamın ahlaklısı olur mu demeyin, oluyormuş. Gerçekten ruh hastası bir film. Korku filmi değil, yepyeni bir film türü, iğrençlik abidesi. Ne anlatıyor onu da çözemedim. Çözünce söylerim. Böyle aile geleneğine lanet olsun. İnsan yenir mi lan?

2/4 (İzlemeseniz de olur)

3 Ekim 2013 Perşembe

Kasvet

Yağmur yağdı mı... Hava kapandı mı... Kasvet çöktü mü... Üzerine bir de güneşteki olağanüstü patlamalar 3 günlüğüne de olsa dünyanın manyetik alanını olumsuz yönde etkiledi mi, yüzümde güller açar. Garbage'dan geliyor, I'm only happy when it rains...

The Heat (2013)

Nihayet be Sandra. 50'ye bir kaç adımlık merdivenin kalmış o ne güzellik? Yüzüne de bir olgunluk gelmiş. Maaşallah. Very big cat you.

Toprağı bol olsun, yakınlarda kaybettiğim güzel abim Elmore Leonard da Maldivler'de okuduğum Gold Coast isimli kitabında 40'larındaki Karen için şöyle bir cümle kullanıyordu: "Duvarda 20'li yaşlarında filanca bölgenin en güzel kızı seçildiği zamanki fotoğrafı vardı. Şimdiki kadar güzel değildi". Elmore baba, Allah gani gani rahmet eylesin, sen güzelden anlardın.

The Heat güzel seyirlik, kafasına girmeniz lazım. 2/4

2 Ekim 2013 Çarşamba

This is the End

Tropic Thunder'dan beri izlediğim en komik film diyebilirim. Samimiyet iyi sanatın temelidir. 3/4

1 Ekim 2013 Salı

Breaking Bad IV

Son sezon çok hızlı geçti. Birazcık finali için izledik sanki... Nerede o Skyler'a sarılıp "I forgive you" diyen adam?

Walter... Önce kadınına ve sonra diğerlerine çok yalan söyledin. Hiçbir şey planladığın gibi gitmedi. Aynı hayat gibi... Çok insan öldü egon ve gururun yüzünden...

Bilmem izleyenler farkına vardı mı ama, ana amacına birazcık da bizim hayal gücümüzle (wishfull thinking'le) ulaştın. (Grey Matter sözünü tutacak) Bu yolda çok adam öldü. Bisikletli çocuk ve Hank... Vicdanımızı en çok bunlar yaraladı.

Sen yine de, benim ahlaki sorgumda iyi bir insandın. Ailene hep sadık kaldın. (Benim gibi) Ailen için savaştın. Ama olmadı Walt. Niyetin iyiydi. Niyetinin sonuçları felaketti.

I love you Walt. Always have... Always will... So long...


Ne güzel seni beklemek

Ne güzel seni beklemek...
Gelecek misin buraya,
Yoksa aklın dur mu diyecek?
Olsun güzelim beklerim yine de seni.

Söylediklerini değil,
Kalbini duymak istiyorum,
Yazıp yazıp sildiklerini...
En güzeli onlar değil mi?



20 Eylül 2013 Cuma

Breaking Bad III

İşten eve geldim. Yorgunluk. Boş boş "All Hail The King" wallpaper'ına bakıyorum. Bir de ne göreyim. Sağ altta M60 kafayı uzatmış...

Final teorisi: Walter saçlı sakallı haliyle M60 satın alıyor. Aynı M60 posterde gözüktüğüne göre, ve posterde Walt yeniden Heisenberg kılığında olduğuna göre, Walt milleti indiriyor ve kral oluyor.

16 Eylül 2013 Pazartesi

Breaking Bad II

Evet, dediklerimin tam tersi çıktı. Artık Walter tescilli kötü adam ve finali şu anda sanırım herkes gibi öngörebiliyorum. (All Hail The King)

Walter'ın ortalıktan kaybolmadan önce Skyler'la olan konuşmasını o kadar iyi anlıyorum ki... Kusmak istedi Walter. Kustu. Bu sadece başlangıç...

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Swingers (1996)

Kendine oyunculuk sektöründe umutsuzca bir yer arayan Mike altı ay önce ayrıldığı sevgilisini unutmakta güçlük çekmektedir. Arkadaşları ona bu aşk acısını unutturmak için türlü cambazlıklar yapsa da Mike eski sevgilisini aklından çıkarmamakta kararlıdır.

Hayatınızda mutlaka unutmakta zorluk çektiğiniz eski sevgilileriniz olmuştur. "Beni arayacak mı? Telefonum çalacak mı? Ben onu arasam mı? Acaba şurada karşılaşır mıyız? Karşılaştığımızda yanında sevgilisi olursa ne yaparım? Pişman olacak mı? Değerimi anlayacak mı? Onu çok özlüyorum" gibilerinden hafıza güçlendirici kendine acıma nöbetleri geçirmişsinizdir.

Eski sevgiliyi unutmanın akla ilk gelen yolu yeni sevgili yapmaktır. Ancak bu ribaund psikolojisi yüreği olan hiç bir insan evladı için yeterli değildir. İşte Mike, bir yandan kendisine tamamen iyi niyetle ancak onu hemen biriyle evermek gibi son derece yüzeysel fikirlerle yaklaşan arkadaşlarıyla boğuşurken, bir yandan bedeninin ve ruhunun asla içselleştiremeyeceği garip aşk kanunlarıyla savaşmak zorundadır. Bu savaştaki mağlubiyetini baştan arkadaşı Trent'e haykırır: "Neden sevgilimin yanına yaklaşamayacak kadınların yanına gidip bana ait olmayan türlü oyunlar yapayım ve bir de üzerine ret edileyim?"Bütün film boyunca bu zihniyetteki bir adamla iflah olmaz hergele arkadaşlarının türlü ortamlardaki çatışmalarını izliyoruz. Casino'lar, underground partiler ve barlarda tanışılan kadınlar, Mike'ın serzenişinin kendini gerçekleyen bir kehanete dönüşmesine yol açıyor.

20'li yaşlardaki hergele boş zamanlar, asla gerçekleşmeyen hayaller, cool olma çabaları, hayatın acımasızlığı ve fakat bireyin asla kaybolmayan ümidi, erkeğin her kadını bir skor olarak görmesi ve kendini olduğundan farklı biri gibi gösterme çabası bu filmin kodlarını oluşturuyor. Kodların her biri, eğlenceli bir dil, iyi oyunculuklar (özellikle gencecik Vince Vaughn'un performansına dikkat) ve az biraz da Tarantinesk tavırla anlatılıyor.

Swingers 90'ların Tarantino etkisindeki bağımsız filmlerinin harika bir örneği. Ancak ustasına göz kırparak kendi orijinal sesini bulabiliyor. Genç insanların hayata olan bağlılığı izleyiciye çok iyi geçiyor ve yönetmen, yüzeysel ilişkilere karşı, duyguların ve samimiyetin asaletini ön plana çıkarıyor. 2/4

Get Lucky


Tüm zamanların en iyi müzik videosunun (Around the World) sahibi olan elektronik müzik grubu Daft Punk, Get Lucky'yle çıtayı artık iyice ulaşılmaz bir noktaya çekti. Karanlık ve avangart kısa filmlerin dahi çocuğu Cem Barışcan'ın kendisi dahi bu klibin yönetmenliğine soyunduğunda ortaya çıkacak işin böylesine bir sansasyon yaratacağını tahmin etmemişti herhalde.

Düşük bütçeli filmlerin artık uluslararası arenada kendine rahatlıkla yer bulabildiği bir zamanda, devrin en yenilikçi elektronik gruplarından birinin bu işe soyunmuş olmasına şaşmamalı. Burada görülmesi gereken, usta bir kamera-göz'le doğru kapsam içindeki rastlantısallığın birleşiminin ortaya koyduğu öngörülemez sonuçtur. 

Miles Davis, tüm zamanların en çok satan caz albümlerinden Kind of Blue'yu, stüdyoya getirdiği "fikir tohumları"nı usta müzisyenlerle yorumlayarak yaratmıştı. Bir parça hariç hiçbir alternatif kayıt içermeyen bu albüm, açık uçlu fikirlerin ustaların elinde nasıl beklenmedik eserlere dönüşebileceğinin ispatıydı. 

Cem Barışcan, bu klibiyle Miles Davis ekolünün bir adım daha ötesine geçmiş gözüküyor. Miles albümünü uzun zamandır tanıdığı müzisyenlerle kaydetmişti. Cem Barışcan ise, "açık uç" kavramını birazcık daha esneterek, eserini şahsen tanımadığı ve davranışlarını kesinlikle öngöremediği insanlarla ortaya koyarken, yerellik, memleket ve mahalle kavramlarına hak ettiği övgüyü yağdırıyor. "Bu insanları teker teker tanımama gerek yok, hepimiz Fethiye'liyiz ve bu bizim birbirimizi anlamamız için yeterli" diyor. 

Klibin varoluşçu duruşu ise ayrı bir övgüyü hak ediyor. Bildiğiniz tüm düğünleri düşünün. Gözünüzün önüne gelen tüm manzaralar herkesin o düğün içerisinde nasıl "düğün" rolüne girdiğiyle ilgilidir. Kısıtlanmayı seven insanoğlu ancak bir kaç kadeh içkiden sonra birazcık varoluşu deneyimlemeye başlar ve alışıldık rolünün dışına çıkar. Bu klipte, insanların nasıl doğal halleriyle davrandığını izlerken, adeta bir "varoluşu deneyimleme ayini"ne şahitlik ediyorsunuz. Barışcan, bu mesajı tabii ki çok sevdiği ironi diliyle anlatmayı ihmal etmiyor: Uzun süre varoluşçu ayini izledikten sonra gelinin - diğer insanlardan tamamen farklı bir kişinin - gelişiyle, rolüne bürünen insanla kendini salan insan arasındaki farkı belirgin olarak görüyoruz. Daha sonra bu fark, yine ayin yapanlardan farklı bir sıfata sahip olan saz ekibine yapılan yakın çekimle daha da vurgulanıyor. Saz ekibi, tıpkı gelin gibi, "rolüne bürünen insan"ın gerginliğini yaşıyor. 

İşin bir de teknik boyutu var. Barışcan; ucuz bir kamera, usta bir göz ve fiziksel kıvraklıkla, içinden çıkılması zor bir durum olan "tek mekan - tek kamera - gerçek zamanlı çekim" şeytan üçgeninden muhteşem bir kompozisyon çıkarıyor. 

Daft Punk, Around the World'le zaten tepeye oturmuştu, ama artık ulaşılamaz ve başka hiç bir şeyle kıyaslanamaz bir noktaya erişti. Cem Barışcan, en başarılı işine imza atarken, Daft Punk Get Lucky'nin nakaratındaki şu sözleri haykırıyordu (serbest çeviriyle):

Şafağa kadar uyumak yok bu gece,
Uyumak yok, her şeyden birazcık daha bu gece, 
Eğlenceye doyacağız, gözlerimiz açık bu gece
Durmayacağız hiç, bahta yelken açtık bu gece...

Muhteşem bir müzik videosu. Linkini tepede verdim, sakın kaçırmayın. 

4/4

(Get Lucky - Fethiye'de Düğün isimli video klip, bu blogda benden tam puan alan ilk eser olarak tarihe geçmiştir) 


    

13 Ağustos 2013 Salı

90'lı yıllar

Yakında bu ekranda okuyacağınız "Swingers" adlı film beni feci şekilde 90'lı yıllara götürdü. 90'lı yıllar demek, 79 doğumlu biri için gençlik demek ve gençlik serbestlik demek. Serbest olmasaydım bir yılımı İTÜ'ye, bir yılımı da üniversite sınavına hazırlanmaya harcayıp, ölümüne Boğaziçi mottosuyla yola çıkabilir miydim? Çıkamazdım. Hayatımı bu denli kökten değiştirecek cesareti zaten bir daha hiç yakalayamadım. O enerji nasıl geldi, nasıl bu kadar cesur oldum zerre hatırlamıyorum. 

Lise günlerinde, anneannemin evinde, kuzenimle kanal D'de "Ucuz Roman" diye bir film seyrettim. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Oğuzhan'la ertesi gün Ucuz Roman'dan başka bir şey konuşmadık. Film bizi o kadar derinden etkilemişti ki, tüm künyeyi ezberlemiştik, ardından Tarantino'yu etkileyen isimleri araştırdık ve sinema tutkumuzda artık yeni bir ufkumuz vardı. 

O zamanlar internet pek yaygın değildi. Annem havaalanında çalıştığından internete erişimi vardı. Siparişim üzerine Ucuz Roman'ın senaryosunu indirdi, bastırdı ve eve getirdi. Defalarca ve saplantılı biçimde okudum. Ömrümde hiç bir yazılı metni böylesi bir konsantrasyonla okumamıştım.  

Bu ufku bugüne kadar hep gördük. Özellikle 90'larda kendi senaryolarımızı yazma girişimlerinde bulunduk. Deli gibi Tarantino'ya öykünüyorduk. Yalnız değildik. Bütün Amerikan sineması onun peşinden gidiyordu ve taklitleri bir bakışta eleyebiliyorduk. Tarantinesk diye bir kavram ortaya atılıyordu ve bu kavramın altında değerlendirilen filmlerin çoğu kötüydü. 

Sonrasında hayatım da bir bağımsız Amerikan filmi edasıyla ilerledi. Uzun süre Tarantino'nun Ucuz Roman'da oynadığı role büründüm. Ancak benim hemşiremin şakası yoktu ve maalesef Mr. Wolf'un telefon numarasını bilmiyordum... 




In the Company of Men (1997)

Sevgilileri tarafından terkedilmiş 30'lu yaşlarda iki beyaz yakalı, 6 haftalık iş seyahatlerinde karşı cinsten intikam almak için bir plan yapar. Ancak bu plan, duyguların işin içine girmesiyle çok geçmeden bozulacaktır...

Küstah, alaycı, acımasız, geveze ve yakışıklı Chad, sevgilisinin kendisini terk etmesiyle küplere binmiştir. Kendi halinde ve işinde gücünde olan arkadaşı Howard'ın durumu da farklı değildir. İkisi birlikte 6 haftalık bir iş seyahatine çıkacaktır. Chad havaalanında kadınlar üzerine uzun bir tirad patlattıktan sonra ağzındaki baklayı çıkartır: Kadınlardan intikam almak istemektedir. Howard'a bir teklifte bulunur. Gittikleri yerde bir kurban seçecek, bu kurbanla aynı anda birlikte olacak sonra da onu yüzüstü bırakacaklardır. Chad bunun ileride birbirlerine anlatacakları "eğlenceli" bir hikaye olabileceğini düşünmektedir. Ümitsiz durumdaki Howard, arkadaşının teklifini çok düşünmeden kabul eder.

Chad yeni iş yerine varır varmaz güzel ancak sağır bir daktilocu olan Christine'i farkeder. Howard'la aynı anda Christine'le çıkmaya başlarlar. Uzun zamandır yalnız olan bu zavallı kız, mutluluktan uçmaktadır. Tabii ki kalbini Chad'e kaptırınca, plan tel tel dökülmeye başlar...

Erkeğin küstahlığını, kötülüğünü ve hayvanlığını gözler önüne seren bu filmin belki bütçesinden belki de yönetmenin savsaklığından kaynaklanan ilginç bir dili ve atmosferi var. 6 haftanın sonunda ne olacağına dair merakınız zaman zaman ölecek gibi olsa da daima diri tutuluyor ve yönetmen, dramatik ironiyi (izleyicinin bildiğini filmdeki karakterin bilmemesi durumunu) aktif bir kara film ögesi olarak kullanıyor: Masum Christine için endişeleniyorsunuz. Bu da filmi sürekli tedirgin ve karamsar bir ruh haliyle izlemenize yol açıyor.

In the Company of Men özürlü bir kadının kaderinin erkekler tuvaletindeki acımasız kahkahalarla yazıldığı sert ve şakası olmayan bir film.

2/4


Cube (1997)

Bir firari, bir doktor, bir nihilist, bir otistik, bir polis ve bir matematikçi kendini içi tuzaklarla dolu çok odalı bir kübün içinde bulur ve bu kübün içinden çıkmak için matematiksel hesaplarla, birbiriyle ve çeşitli tuzaklarla boğuşmak zorundadır.

Kahramanların tanımlarından da anlaşılacağı gibi, çok fazla alt metine gebe, farklı okumalara açık bir kurmaca. Böylesi durumda şüphesiz film bir çok mesaj veriyor. Burada büyük bir tuzak var: Bu kadar alengirin içinde verilmek istenen mesajın kurmacanın akıcılığının önüne geçme durumu. Ancak Cube, izleyiciyi hiç sıkmadan akıcı bir dille ilerlerken yapacağınız tüm okumaları önünüze bir alt seçenek olarak sunuyor. Kısacası bu tuzağa düşmüyor.

Kahramanların önünde duran üç temel engel var: Tuzaklar, çıkış şifresi ve kişisel anlaşmazlıklar. Her engel kendi karakteriyle filmde etkin bir işlevsellikle kullanılıyor: Tuzaklar hemen hemen tüm filmlerde görebileceğimiz gerilim öğesini tetikliyor. Bu gerilim öğesi karakterlerin asabını bozuyor ve çok geçmeden şiddetli tartışmaları ortaya çıkarıyor. Tuzaklar ve tartışmalar zihin açıyor ve film, çoğunlukla matematikçi kızımızın kah doğru kah yanlış çözümlemeleriyle bizi bir sonraki bölüme taşıyor.

Yönetmenin filmin başından itibaren süre gelen bir ironi aşkı var: (Dikkat spoiler) Fiziksel olarak herkesten üstün nazi ruhlu zenci(!) polisin ölümü, fiziksel ve zihinsel olarak(!) herkesten zayıf olan otistiğin son anda ortaya çıkan matematiksel kabiliyeti ve kübün içinden çıkarmayı başaran tek kişi olması, herkese şefkatle ve koruyucu bir tavırla yaklaşan hizmetkar ruhlu doktorun son derece acımasızca ölüme terk edilmesi (öldürülmesi), hapisten kaçmakla meşhur olmuş bir firarinin grup içinde ilk ölen kişi olması vs...

Peki bu ironi aşkı nereden geliyor? Burada nihilist kahramanımız bize son sözüyle yardımcı oluyor. Kübün çıkışına geldiklerinde dışarıya çıkmayı reddediyor. Aslen reddettiği şey dışarıya çıkmak değil, "insanların sınırsız aptallığı"... Hayatın bir amacı yok, olaylar ilahi sebeplere dayanmıyor... Bu dünyada bir işin uzmanı, uzmanı olduğu iş tarafından öldürülebilir; korumak ve hizmet etmekle görevli olan polis saldırıp emirler yağdırabilir; en güçlü olan ölürken, en zayıf olan yaşayabilir vs. Sınırsız insan aptallığının hüküm sürdüğü ve sebep sonuç ilişkilerinin ilahi bir düzenle yönetilmediği bir dünyada ironi kaçınılmazdır.

Filmin zengin bir alt metin potansiyeli var. Yukarıda ilk aklıma gelen okumayı yaptım. Bir okuma kahramanların isimlerinden yola çıkabilir (hepsi hapishane ismi), bir okuma odaların renklerinden çıkabilir, bir çok farklı okuma ilişkilerden ortaya çıkabilir...

Cube'un en büyük başarısı size tüm bu okumaları yaptıracak kadar filmi sevdirmesi. Yönetmen kapalı ve yalın bir mekanda, bilim-kurgu ve gerilimi sürükleyici bir şekilde birleştiriyor.

3/4



12 Ağustos 2013 Pazartesi

Breaking Bad

Yeni bölümü sabah uyanır uyanmaz izledim. USA'dan 8 saat sonra izledim ama hiç olmazsa e2'nin eline bakmıyorum. e2 dedim de aklıma eski günler geldi, hislendim az biraz. Dur biraz o günlerden bahsedeyim.

Bir yaz e2 çifter çifter BB bölümleri veriyordu. O zaman başladım izlemeye. 3. sezonu tamamen e2'den çarşamba günlerini bekleyerek izledim. Biramı alırdım, salonda bebek kakası rengine çalan bir puf vardı, onun üzerine çökerdim. Allah'ım ne keyifti be. Bir yanda BB, bir yanda bira... Daha ne istersin arkadaş?

Ben de Walter gibi, güneşli bir kamuflajın altında, son derece karanlık günler geçiriyordum. Ben de Walter gibi, sıkıntımı bir Allah'ın kuluyla paylaşmıyordum. Ben de Walter gibi, metaforik anlamda, ölümümü bekliyordum. Sonra, metaforik anlamda vefat ettim.

Şimdi gelelim konuya... Son bölümü izleyenler... Ben nasıl kabuk değiştirdiysem, Walter da kabuk değiştirecek. Kesinlikle ölmeyecek, alın bu kadar net konuşuyorum. Açar bakarsınız 7 hafta sonra. Çünkü Walter'ı yaşatan şey, yaptığı korkunç seçim değil, sevdiği işi yapması. Şimdi zannediyorsunuz ki kötülükten elini ayağını çektiği için kanser nüksedecek. HAYIR!

Walter yeni kimliğiyle uyum sağlamayı öğrenecek. Davranışlarının yol açtığı sorunları telafi etmenin yollarını arayacak. Jesse'nin vicdanı, onu bugünlere getirdi ve bu vicdan şimdi kötülüğün üzerine kabus gibi çökecek. Yanlış duymadınız. Walter bu sezonda taraf değiştirecek!

Bu tabii hemen olmayacak. Walter ikiyüzlü, yalancı, katil, uyuşturucu üreticisi, düzenbaz... Bir anda peygamber olamaz. O, iyi yolun yolcusu olacak. Kötülüklerinden yavaş yavaş arınacak. Hadi dizinin sonunu da tahmin edeyim: Ölmeyecek ama, çok sevdiği ailesini de terketmek zorunda kalacak.(Metaforik anlamda ölecek).

Breaking Bad yeni bölümüyle beni uçurdu. Skyler inceden karanlık tarafa geçmiş. Hank aptallığına doyamıyor. Walter, son sahneyle - DİKKAT SPOILER - Hank'i doğrudan 5 dakikada kafalayabileceğini gösteriyor. Jesse ayak bağı olmaya devam ediyor, vicdanlı bir uyuşturucu üreticisi olmanın yarattığı tarifsiz kişilik tutarsızlığının sancısını çekiyor. İşin en acayip tarafı, Breaking Bad bomba gibi giriş yapmıyor, Breaking Bad gibi giriş yapıyor.

Tabii ki WIRE dünya televizyon tarihinin gördüğü en güzel şeydir, ama Breaking Bad; Heat'tir, Scarface'dir, Godfather'dır. Kaçırmayın.

PS: Bundan sonra yorum yazmayan okuyucuları tespit edip hakkında hukuki işlem başlatacağım. Taş attınız da kolunuz mu yoruldu. Asabiyim.





Sitem

Doymadım, doyamadım sevmelere seni ben... Ne inkar ne itiraf... Şaka şaka...

Blog'u okuyosunuz iyi güzel. Sayemde iyi müzik dinleyip iyi filmler izliyorsunuz. Allah rızası için 2 gram bir yorum yazın da şenleneyim. İyi deyin, kötü deyin, bu filmi abarttın deyin. Sadık okuyucularım! Size sesleniyorum!


Gary Clark Jr.

Uzun zamandır rock müziğin başına gelen en güzel şey...

Son derece basit armonilerle mucizeler yaratıyor. Sonsuza yakınsayan parçalarında gitarından çıkan çığlıklarla bir ayini yönetiyor. Gitar tekniği Jimi'yi andırıyor ama Jimi'den çok daha yalın bir hali var. Tüm usta müzisyenler gibi, gücünü müziğin en önemli elementinden alıyor: Zaman duygusu. Ağır bir sol eli var ama ruhun doğrudan uzantısı olan sağ eliyle bir çaldığını 10 farklı şey çalıyormuş gibi duyuruyor. Vokal tarzı da Jimi'yi andırıyor, ancak gitar tarzı gibi, sesi de Jimi'den daha naif. Ana memleketi rock-blues, ancak o R&B ve Hiphop yapmayı da seviyor.

Daha ben çok Gary Clark yazısı yazarım. Siz derhal 2012'de çıkan albümünü edinin. Hislerime tercüman olan bu muhteşem insanı gözlerinden öpüyorum, sizler için don't owe you a thang'den kafama göre alıntı yapıyorum:

Well I ain't got no money. 
No fancy car.
Ain't got no excuses baby. 
Hanging at the bar.
I don't owe you a thing baby 
Oh we ain't getting married. 
I ain't buying you a diamond ring.
That's alright!
Ain't got no credit. 
No fancy clothes.
Ain't got no excuses baby, 
But good man knows...
This all you get now baby, 
this all you get. 
Just name this guitar baby, 
thats all you get

1 Ağustos 2013 Perşembe

Little Miss Sunshine

Yeni izledim ne var? Hemen dalga geçmeyin.

Toni Collette'in hastasıyım.

O güzeller güzeli kızın ağbisinin yanına gidip hiç bir şey söylemeden oturduğu sahne var ya, anlayabildiniz mi onu? İşte o benim. Aramızdaki fark şu: Kelimelerin hiç bir işe yaramadığını ben tecrübeyle öğrendim, o ise içsel olarak zaten biliyor.

Uyuşturucu bağımlısı dedeye ne demeli?

Dedesinin torunu... Canım benim... Aklımı aldın kız.

O değil de, ben niye her filmde salya sümük ağlıyorum? Lan, yoksa hakkaten 35 yolun yarısı falan olmasın? Ben sonsuza kadar yaşayacağım zannediyorum.Bu yıl saçımdaki beyaz miktarında gözle görülür artış var... Anam anam anam...

3/4


Safety Not Guaranteed

Herkesin seninle dalga geçtiği bir dünyada, "safety is not guaranteed". Diğerleri gibi olamayan insanların öyküsü...

3/4

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Jeff, Who Lives At Home

3/4 - Küçük başyapıt. 

İnsanların bizi anlayabilmeleri için çok fazla zamana ihtiyacı var Jeff. Onların dünyasında para var, statü var, sosyal kabul var. Biz evde otururuz. Herkes bizimle dalga geçer. En yakının dahi seni küçük görür. Ama merak etme, tertemiz kalbimiz, bizi her zaman güzel olana götürecektir.

Everyone and everything is interconnected in this universe.
Stay pure of heart and you will see the signs. 
Follow the signs and you will uncover your destiny. 

Jeff

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Fare Deneyini Bir Filme Benzetememek

Bilimadamları farelere anı yerleştirmişler: "Inception gerçek oluyor" başlığıyla yayınlandı bu haber. Bu saçma sapan haberi yapan insanlara sesleniyorum: Ekibinizde film izleyen insanlar var mı, varsa izlediği  filmi anlama yetisine sahipler mi? Inception, bir insanın zihnine fikir yerleştirme üzerine kurulu bir film. Anı yerleştirmek ise, hiç şüphesiz, Total Recall'da mevcut. Lütfen izlediğimiz filmleri anlayalım.

27 Temmuz 2013 Cumartesi

The Debt

Casus filmi seviyorsanız kaçırmayın.

"The truth is a luxury".

2/4.

Das Leben Der Anderen - The Lives of Others

Sonradan baktım, zaten film o yıl dünyada alabileceği bütün ödülleri almış. Fazla bir şey dememe gerek yok. İnceden bir logline vereyim: 

Doğu Almanya'nın en iyi sorgulama ajanlarından biri vicdanının sesini dinlemeye başlayınca önemli bir operasyonun seyri tamamen değişir. 

3/4


26 Temmuz 2013 Cuma

Ruby Sparks

Klavyemin "p" harfi çalışmıyor. Başlıktaki Sparks'ın p harfini yazarken p tuşuna iki kere basmak zorunda kaldım. Tırnak içinde "p" yazarken de iki kere bastım. Bundan sonra iki kere basmayacağım. O yüzden anlamsız bir kelime görürseniz, o kelimeyi malum harfi kullanarak doldurun.

- Can we start over?
- Yes.
[LAUGHS]

Ruby Sparks hayali bir kadın. Bana tüm zamanların en muhteşem kadınının aldığı "Noktanın Sonsuzluğu" kitaplarındaki bir sözü hatırlattı: Çırak, usta marangozun aletlerini kullanmaya kalkarsa, kendine zarar verebilir, aletleri doğru kullanamayabilir. O yüzden çırak, ustanın işini ustaya bırakmalıdır.

Bu iş de sanırım kendimiz için yaratmak istediğimiz hayatımız oluyor.

Kahramanımız tanrı rolüne soyununca işler beklediği gibi gitmiyor. Bu da "Arkadaşım Şeytan"ı  hatırlattı bana. Ne güzel filmdi. Bu aralar Arkadaşım Şeytan'ı çok düşünüyordum, filmi izlemek o yüzden bende enteresan duygular yarattı.

Siz siz olun, tanıdığınız, sevdiğiniz insanı değiştirmeye kalkmayın. Onu filanca haliyle sevdiyseniz, başka bir hale geçmiyor diye hayatın akışını değiştirmeye kalkışmayın.

Şahane film. 3/4

A Late Quartet

1. kalite oyuncular, 1. kalite oyunculuklar... Mükemmel bir senaryo. Dinin imanın para olduğu 21. yüzyılda tamamen yaşlılardan oluşan bir oyuncu kadrosuyla film çeken yönetmene de, o filme parayı basan prodüktöre de buradan sevgi ve saygılarımı gönderiyorum. (Yaşlıların oynadığı filmlerin gişe yapması imkansızdır)

Uzun zaman sonra adam gibi bir filmle karşıma geçen büyük oyuncu Christoher Walken'a teşekkür ediyorum.

Felsefi cümleler havada uçuşuyor. Filmin herhangi bir yeri hayatınızı değiştirebilir, uyarmalıyım. Özellikle de Christopher Walken'ın sınıfından çok şey öğrenebilirsiniz. Ben öğrendim. 

Uzun zamandır birbiriyle çalan dört müzisyenin hayatındaki bir dönüm noktasını izleyeceksiniz. Eşini bir yıl önce kaybetmiş ve Parkinson teşhisi konan çellocu, müzik gestaposu 1. kemancı, orta yaş bunalımında kafası karışan 2. kemancı, 3 erkeğin arasında sağduyuyla denge kurmaya çalışan ancak dengeleri (tabii ki) daha beter eden 3. kadın kemancı. İşler feci şekilde sarpa sarıyor. 

Aynı enstrümanı çalan 2 kişi varsa, orada rekabet vardır. Evlilik bir deli gömleğidir ve giymesi de, çıkarması da başlı başına zor bir iştir. Müzik bilek işi değil, yürek işidir. Akıllı kurt kocayınca köpeğe maskara olmaz, ona yol gösterir. Lastik patlaması, felaket kılığına girmiş bir lütuftur, tabii anlayana... 

Muhteşem bir film. 3/4



   

It's a Disaster

Sevgili blog okuyucuları,

Yalnızlığın kitabını yazmakta olduğum tatilimde bol bol film izlemekte, gitar çalmakta ve ayıptır söylemesi sabah akşam evimin havuzuna girmekteyim.

Bu rutinin içerisinde, genelde ortalama ya da ortalamanın biraz üstünde filmler izlemekteyim. It's a Disaster bu filmlerin içerisinde inci gibi parlayan bir film. Bu filmin adını ilk kez burada duyduysanız ve bir gün bu filmi izlerseniz bana sadece teşekkür etmekle kalmayacak, bana hediyeler getirmek isteyeceksiniz. Hediyelerinizi zevkle kabul edeceğimi şimdiden bildirmek isterim.

İnsan ilişkilerini, özellikle de karı koca ilişkilerini irdeleyen filmlere bayılırım: Husbands and Wives, Eyes Wide Shut, Closer... Tek mekanda geçen filmleri de çok severim: Breakfast Club, Rope, Buried, Phone Booth, Shining, A Man From Earth... Şimdi bunları alın, karıştırın ve içine kara komedi koyun. Elde ettiğiniz filmin adı It's a Disaster.

Kapalı çit içinde geçen filmlerin genelde uyguladıkları bir formül vardır: Karakterleri olabildiğince zıt yaparsın, böylece eline sağlam çatışma geçer ve bu çatışma filmi sürükler. Bu formülde, senaryo yazarının unuttuğu çok önemli bir gerçeklik vardır: Dünyanın en birbirine benzeyen iki adamını alsan bile, uygun durumu yarattığında çatışma kaçınılmazdır. İnsanlar zaten birbirinden farklıdır. Devinim elde etmek için olabildiğince zıt kutupları bir araya getirmeye gerek yoktur. It's a Disaster işte bu tuzağa düşmüyor. Karakterlerimiz olabildiğine doğal. Sadece bu klişeyi yıktığı için bile izlenmeli bu film.

Mecazi anlamıyla zaten felakete yelken açan bir grup arkadaş, kelime anlamıyla felaketin ortaya çıkmasıyla hiç tahmin etmediği yerlere gidiyor. Saçmalıkla gerçeklik arasında harika gelgitler var. Tabii ki bir yapısı var filmin, ancak bu yapıyı ustaca esnetiyor ve en sevdiğimiz filmlerin bile kaçamadığı klişeleri izleyiciyi hiç sıkmadan yerle bir ediyor.

It's a Disaster kara komedinin en iyi örnekleri arasına giriyor. Küçük başyapıt. 3/4

- How are you holdin up?

- You know I never went to Europe, I never even went to Montreal, I never went scuba diving, I never went to the ballet, I have never been in love, I have never even watched THE WIRE.

- All of these things are overrated... Except THE WIRE. It's really good.

PS: Bu blogda THE WIRE'dan hiç bahsetmedim. Çünkü kelimelere sığmaz. Ölmeden önce izlemeniz gereken ilk dizi.






25 Temmuz 2013 Perşembe

Shotgun Stories

Evet. Artık Tescilli Jeff Nichols hayranıyım. Baba meğersem kral yönetmen olduğunu baştan ortaya koymuş. Shotgun Stories adı sizi yanıltmasın, pek şatganlık bir film değil, Allah'ın draması. İntikam hikayesi, kan davası. Hani bir laf var ya, "mezarına tükürürüm", işte onun hiç iyi bir fikir olmadığı anlatılıyor bu filmde.

Michael Shannon, Nichols'un bütün filmlerinde var. Cayır cayır oynuyor diyemeyeceğim, çünkü tüm filmlerde neredeyse aynı adamı oynuyor.

Bir de şunu anladım ki Nichols kırsal kesim adamı. Bütün filmleri kırsal kesimde geçiyor. Güzel kareler, huzurlu ortamlar... Filmin geçtiği tüm yerlerde ayda 2000$ çok iyi para. Gerisini siz hesap edin artık.

Nichols sana sesleniyorum! Bill Frisell'e selamımı söyle, beni iyi tanır, bundan sonra filmlerinin müziklerini o yapsın. Bıktım country müzikten.

2/4

42

Sevgili Oskar,

Harrison Ford'a bu filmde Oskar vermezsen, zaten yitirmiş olduğun inandırıcılığını hela kuburuna gömmüş olursun.

Irkçı pislikler var bu filmde. Ama merak etmeyin, mangal yürek Jackie Robinson hepsine dersini verecek.

Ortalama bir film. Irkçılığa karşı diye allayıp pullayamayacağım.

2/4 - CP recommends.

NOT: Filmin yarısına geldiğinizde Harrison Ford hala çıkmadı derseniz, babanın gözlerinin içine bakın.

Wild Bill

Ağlattın beni Bill...

Yine çocuk oyuncular, yine şahane performanslar. Bill hapisteyken karısı elin adamıyla İspanya'ya kaçar, çocuklar büyür kocaman adam olur, big brother inşaatta çalışarak kardeşine bakar, kardeş de namuslu bir hayat yerine türlü çetelerin oyuncağı olmaya meyillidir. Bill evde hiç iyi karşılanmaz ve çocuklarının sevgisini kazanmak için büyük fedakarlıklar yapmak zorundadır. Dramatik yapının hası bu filmde. Gözlerim dolu dolu oldu. Kaçırmayın. 3/4


Mud

Kadınlar acımasızdır Ellis, üzme tatlı canını.

Yönetmen Jeff Nichols ilk olarak ikinci filmi Take Shelter'la (2011) dikkatimi çekmişti. İlk filmi Shotgun Stories'i (2007) henüz izlemedim. Yalnızlıktan Jack Sparrow'a döndüğüm bugünlerde en fazla 24 saat içinde izlemeyi umuyorum. Jeff arayı fazla açmadan Mud (2013) gibi bir film çekince iyice gönlümde taht kurdu.

Filmdeki tüm erkekler şu ya da bu sebeple kadınları tarafından terk ediliyor. Filmin asıl konusu da bu, ama biz bunu ortaokul öğrencisi iki ölümüne kankanın bakış açısından izliyoruz. Çocukların oyunculukları muhteşem.

Ekmek parası derdi, sorumsuz erkekler, gün yüzü göremeyen kadınlar, küçük kasaba sıkıntıları, devletin bir garip kanuni düzenlemeleri ve zenginin kendini dünyanın "kralı" zannetmesi iki ortaokul arkadaşına hayatları boyunca unutamayacakları bir yaz geçirtiyor.

Ellis'in hissetiklerini anlayabilir misiniz? Evet. Çünkü filmde Ellis'in tüm yaptıkları hayatın ona getirdiklerine bir tepki olarak ortaya çıkıyor. Yoksa yavrum kendi halinde her şeyi kuralına göre yaşıyor. Anneannem de belli bir yaşa kadar bana ciddi saat zorunlulukları uygulamıştı. Anası babası belli bir takım triplere girince inceden özgürlüğe adım atıyor Ellis. Kankası Neck zaten rahat, ana baba yok, amca desen balık adam. Kankaların özgürlüğü ve yaşadıkları macera beni öyle yerlere götürdü ki...

2/4 - CP recommends.







23 Temmuz 2013 Salı

Farina

Arif Ağbi'ye benzetirdim Farina'yı. Sonu benzemesin. Allah bilir nerelidir - bambaşka bir havası vardı rahmetlinin, enteresan bir tipti. En son Jason Statham'ın son derece talihsiz filmografisinin son halkalarından biri olan filmde izlemiştim babayı. Hani Jennifer Löpet'in babasını oynuyor, o film. 

Milyon tane filmde izledim Farina'yı, say desen sayamam şimdi. IMDB'ye bakıp yazmak da bir başka sahtekarlık. Zanaatin aklın yerine bir başka mecraya kazınmışsa, ona zanaat denemez. 

Gandolfini'nin yarattığı derin üzüntüyü duymadım ama, Farina güzel adamdı. Tüm güzel insanlar gibi, erken gitti. Toprağı bol olsun. 

Place Beyond The Pines


İşte böyle sert olun. Az biraz ezber bozan, tanıdık bir önermeyi (babaların günahları oğullara geçer) yeni bir dille işleyen, holivut standartlarına göre balyoz bir film. O yüzden de bomba oyuncu kadrosuna rağmen pek izlenmedi.

O ağaçların dili olsa da konuşsa. Neler gördü o ağaçlar. Babalar oğullarına hilenin hurdanın yolunu gösterdi. Oğullar babalarına taptılar. Benim gibi... Aslında babalar her zaman da o kadar tapılacak adamlar mıdır? Evlatlar babalarının günahlarına bağımlı mıdır? Babalarının iyi yönlerinden ziyade kötü yönlerini almaya meyilli midir? Yoksa evlatlar babalarının günahlarından ders çıkarır mı? Hiç sanmıyorum.

Toplum tüm gücüyle seni kendisine benzetmeye çalışır. Benim gibiler de, tüm naiflikleriyle ve iyi niyetiyle ellerinden gelenin en iyisini yaparak ve şiddete başvurmadan buna karşı çıkarlar. Sonuçlar genelde iyi değildir: ilkeli insana kimse teşekkür etmez, kimse ilkeli insanı ödüllendirmez. Ama ilkeli insanın eline parayla satın alınamayacak bir değer geçer: İLKE

Kahramanlarımızın hiçbiri ilkelerine sapına kadar sadık kalamıyor. Bunun için başlarına neler geliyor neler... Hayat da siyah beyaz değil ki kardeşim... "Ben böyleyim, yerse" diyemiyorsun. Yeri geliyor yapılmayacak şeyler yapıyorsun ya da yapmak zorunda kalıyorsun. Bayılıyorum hata yapan insanlara. Dimdik duran, kendinden emin olan insanlar bana sahtekar geliyor. Sahtekarlığı hiç sevmem.

Şahane dramatik yapı, şahane devinim...  Performansı ortalamanın üzerine çıkamayan iyi oyuncular... 4 üzerinden 2. Ama "CP recommends" etiketi var. İzleyin.

12 Temmuz 2013 Cuma

Trance

Ne yaptın Danny? Transa mı girdin oğlum? Havalandın gibime geliyor... Oskarlar moskarlar, sılamdog milyoner ve 127 saat'in başarısı falan derken lastik patladı. Üstelik cayır cayır oyuncular vardı filmde. Vincent Cassel desen orada, James McAvoy  (hastasıyım) desen orada, ilk kez 25th Hour'da Edward'ın satın aldığı gümüş elbisesiyle dikkatimi çeken sonra Death Proof ve Unstoppable'da "ne güzel kız bu" diyerek izlediğim kız orada... Hem de kız ne dediysen yapmış yani, anlayan anladı. Aslında senaryo da güzel bir kafayla başladı. Ama sonda diyeceğimi başta diyeyim: Bu filmin hali nedir Danny?

Senaryoyu okuyunca "of çok iyi senaryo bu" falan dedin mi? Böyle senaryo mu kaldı oğlum? O denklemlerin kralı yapıldı. Kızın her şeyi anlattığı bölümde izleyicinin "vay anasını meğersem böylemiş, anam anam anam" diyeceğini mi bekledin yoksa? Hiç iyi değildi orası. Şoka falan girmedim üzgünüm. He, tahmin de etmedim ama çok umurumda da değildi. Vincent Cassel gangsterden çok Vincent Cassel'e benziyordu. Yoksa sizin memlekette gangsterler böyle mi? Kızda da ne cesaret varmış arkadaş attı kendisini suçluların arasına. Çeteyi hipnoz ettiği an var ya hani... Kimse dur demedi mi sana orada?

Bunu bir iş kazası olarak görüyorum. Gustavo Fring'in de dediği gibi, aynı hatayı iki kere yapma. Bak yeni Ewan McGregor'unu da bulmuşsun (McAvoy)... Bu çocukla bir film daha çekiyorsun, ama bu sefer güzel bir şeyler yapıyorsun, söz mü? Öyle bir şey yap ki, McAvoy'un muhteşem potansiyeli ortaya çıksın. Yoksa o da böyle giderse yatacak yer bulamayacak. Biraz ağır konuştum, moralini bozmuyorsun, dost acı söyler. Hadi bakalım...


4 Temmuz 2013 Perşembe

Mikhail Tal

His first wife, Salli Landau, described Mikhail's personality:
Misha was so ill-equipped for living... When he travelled to a tournament, he couldn't even pack his own suitcase... He didn't even know how to turn on the gas for cooking. If I had a headache, and there happened to be no one home but him, he would fall into a panic: "How do I make a hot-water bottle?" And when I got behind the wheel of a car, he would look at me as though I were a visitor from another planet. Of course, if he had made some effort, he could have learned all of this. But it was all boring to him. He just didn't need to. A lot of people have said that if Tal had looked after his health, if he hadn't led such a dissolute life... and so forth. But with people like Tal, the idea of "if only" is just absurd. He wouldn't have been Tal then

24 Haziran 2013 Pazartesi

Suburbs

Sometimes I can't believe it
I'm movin past the feeling
Sometimes I can't believe it
I'm movin past the feeling and into the night

22 Haziran 2013 Cumartesi

Şems - 21. Öğüt

Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek, kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.

20 Haziran 2013 Perşembe

GANDOLFINI

Böyle mi olmalıydı?

Bir kuşak seni Sopranos'la tanıdı, biz seni hep bilirdik ama, o yeni yetme kuşaklara "lan dingiller, bende daha neler var" diyecek uzun yıllar vardı önünde. Yedin içtin gönlünce yaşadın, demek ki senin bataryalar buraya kadarmış. Bölüm finali çabuk oldu. Ama uydu senin tarzına, meseleyi fazla uzatmadın.

Ben seni en son Bigelow'un filminde gördüm ama, Killing Them Softly'yle hatırlamak isterim. Filmini karakterler üzerine kuran ve son derece gereksiz hikayeleri kurmacaya monte etmekten çekinmeyen o cesur yönetmenin "gereksiz" ama muhteşem bir karakteriydin. Alkoliktin orada da. Allah'ın işi işte.

Patricia'yı pata küte döverken ben oradaydım. Ne yalan söyleyeyim, çok sevinmiştim Patricia ayağına o şeyi sapladığında. Fena dövmüştün kızcağızı.

Robert Redford'a artistlik yaparken de ben oradaydım. Robert yıldız olmanın ekmeğini yerken, sen kötü adam olarak "Gando ve oyunculuk dersleri" adlı kitabını yazıyordun.

Sinemada babamın anlatıldığı ilk film olan "The Man Who Wasn't There" de, "lan İsmail, sen nasıl bir insansın, nasıl bir insan senin bu yaptığını yapar" derken de ben oradaydım.

Scarlett'in çocukluğunu gördün. Tarantino daha Tarantino olmamışken namının alıp yürümesinde ona yardımcı oluyordun. Hey gidi hey. Kaderin cilvesine bak. O filmde Brad'in çok ufak bir rolü vardı, yıllar sonra yine iki kaybeden olarak buldunuz birbirinizi.

Erken gittin baba. Ne şanslıyım ki, bütün kariyerine şahitlik ettim, True Romance'den beri bildik ki Gandolfini diye bir adam var. Deliksiz uykunda sen daha ne filmler çekersin. Toprağın bol olsun.


Mulgrew Miller

Erken gittin baba. Ne mutlu ki seni gitmeden gördüm, Ron ve Russell'la... Muhteşem bir konserdi. Yersin sen piyanoyu. Öpersin, okşarsın. Çok üzüldüm baba. Ben ne güzel senin yeni çıkardığın albümleri alacaktım daha. Para ayıracaktım onlara. Caz nedir sorusuna çok basit cevabım var benim. Caz Louis'dir, Bird'dir, Prez'dir, Hawk'dır, Miles'dır vs. Caz biraz da Mulgrew Miller'dır. Her stil vardı sende. Kenny'ye yakındın ama sen tabii ki başkaydın. Seni çok özleyeceğim. Allah rahmet eylesin. En fazla 50 yıla yanındayım fazla sürmez. Orada bol bol konuşuruz. THE SONG IS YOU.

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Warm Bodies - Aşk Ölüyü Diriltir

Bana bunlarla gelin. Benim "tüm zamanların en iyi filmleri" listeme girmiştir. Bu kadar iyi bir aşk filmini ha deyince bulamazsınız. Sevgi emektir gibi saçma sapan laflarla muhteşem bir duyguyu alıp alın terine hapsetmeyin. Bir bakışta aşık olmak. Sevdiğinin gözünün içinde kaybolmak. Güzel müzikler dinlemek. Öpüşmek. Bir BMW'nin içinde hız yapmak. Bir ölüye aşık olmak. Tam da "Vefat Ettim" isimli bestem üzerinde çalışırken çok iyi gitti. Şiddetle tavsiye ediyorum.

22 Mayıs 2013 Çarşamba

What's New

What's new?
How is the world treating you?
You haven't changed a bit
Lovely as ever, I must admit

What's new?
How did that romance come through?
We haven't met since then
Gee, but it's nice to see you again

What's new?
Probably I'm boring you
But seeing you is grand
And you were sweet to offer your hand

I understand. Adieu!
Pardon my asking what's new
Of course you couldn't know
I haven't changed, I still love you so

The Days of Wine and Roses

The days of wine and roses laugh and run away like a child at play
Through a meadow land toward a closing door
A door marked "nevermore" that wasn't there before

The lonely night discloses just a passing breeze filled with memories
Of the golden smile that introduced me to
The days of wine and roses and you

Frank

Hello Frank. Hi Dorsey.

30 Nisan 2013 Salı

Çocuklarım

Belki şimdi gidip çocuklarımı görürüm. Hepsi birbirinden güzeller. Her birinin ayrı birer rengi var. Çanakkale'ye doğru yola çıkacaklar. Yüzlerindeki heyecana bakarım. Birinin hayatında biraz değişiklik yapabilmişsem, birisine bir şeyler öğretebilmişsem ne mutlu bana.