23 Aralık 2008 Salı

Dümen

Sözlerin rotasında
Tüter sefa dumanı
Döner hiç durmadan
Demsiz kanın dümeni

22 Aralık 2008 Pazartesi

Hayalet Fener

Bir yelkenli açıldığında
Akortsuz sayfalar süzülür
Ve dalgalar vurur
Hayalet fenere

Söz gümüşse...

Söz gümüşse sükut altındır. Bir insan sükutu bozduğu anda acı çeker. İstisnası yoktur.

21 Aralık 2008 Pazar

Mulholland Drive

Birgün biri çıkıp, bu filmin her karesinin mantıklı bir açıklamasını yaparsa, tebrik ederim, alkışlarım. Ama gerek var mı diye sorarsanız iş değişir. Olaylar arasındaki tüm belli belirsiz görüntüleri Lynch’in fena hallerinin dışavurumu diye yorumlamakta fayda görüyorum. Bu film hakkında bir fikrin yanında olup, diğerine karşı olmayı doğru bulmuyorum.

1) Bu film fazla analiz edildi. Bu kadar analize gerek yok.
2) Bu film fazla analiz edilmeyi hakediyor.
3) Lynch kolaj yaptı, tam olarak ne anlattığını kendi de bilmiyor.
4) Lynch tam olarak ne anlattığını kesinlikle biliyor ve söylemiyor.

Böyle yorumların hepsinde doğruluk payı var. Bunları bir araya getiren şey Lynch’in sınırsız hayal gücü. Bunda transandantal meditasyonun payı olduğunu kendi de söylüyor.

Naomi Watts’ı daha önce tek bir filmini dahi seyretmeden seçtiğini biliyor muydunuz? Tüm sinema tarihinin en iyi performanslarından birini Lynch işte böyle ortaya çıkarıyor. Böyle bir casting yeteneğinin rasyonelliğinden bahsedebilir misiniz? Rasyonel ve irrasyonel olan Lynch’te bir aradadır. İkisi de birbirinin içine geçer. Sınırlar kaybolur. Filmlerinin çekildiği yana uzama özelliğinin çıkış noktası budur.

Rüya mıydı gerçek miydi? Bütün film çocukluğunda iki şerefsiz ihtiyar tarafından tacize uğramış zavallı Diane’in talihsiz hikayesi mi? Bu uzuyor da uzuyor. İnternette sayısız yorum var. İşin ilginci, çoğuna “yok bu olamaz” diyemiyorsunuz.

18 Aralık 2008 Perşembe

Dem Bu Demdir

Bir soru gelir aklına. İçinden çıkamayacağın bir durumla karşı karşıyasındır. Açil yardıma ihtiyacın vardır. Sarhoşsundur, anlatman gerekir. Dermana ihtiyacın vardır. Aslında ihtiyacın yoktur. Çünkü dem bu demdir. Sorunun cevabı kendindedir. Hatta sen o soruya cevap verecek en usta bilirkişisindir. Demini almışsındır. İşte o demdir sorunun cevabı ve derdinin dermanı. O yüzden düşünmek gerek sormadan önce, derdini birine açmadan önce, söylemek gerek kendine: Dem bu demdir...

Olduğu Gibi Görmek

İyi, kötü, güzel ve çirkin. Doğru ve yanlış. Günlük hayatın sık kullanılan sıfatları. Değer yargısını ortadan kaldırmak da bir seçenektir. Birşeye iyi veya kötü demeden sadece olduğu gibi bakabilmek... Gözlüklerin renkli kısımlarını çıkartmak ve sadece şeffaf camın arkasından bakmak... Bunu yapmak zor olmalı. Mesela ben kendimi bildim bileli dünyaya değer yargılarımla bakarım. Hiç şeffaf cam kullanmadım. Acaba nasıl olur? Denemek lazım. En azından bir gün boyunca şans vermeli şeffaf gözlüklere...

Küflü Boza

Kara bülbül mor tanesi
Tere sürdün sor dayına
Sonuna kadar kıs bari
Kur kıvırı sığ havuza

Tuzlu bahar ağır ağır
Maral gözüne türlü cefa
Vazgeçer duru bayır
Sür köküne küflü boza

Vardı köylü sazına perhiz
Sesine sözüne tüylü sargı
Böyle kokona karlı yüzüne
Kerhen neyle kuyuna nergis

Gökçek – Kılıçdaroğlu

Herşey çok ortadaydı. Dündar uyarmaya çalıştı. “Haklı olsan bile bu şekilde davrandığın için suçlu duruma düşüyorsun” dedi. Adam dinlemedi arkadaş. Kılıçdaroğlu son derece zekice hareket etti. Söz kesmedi, yeri gelince özür diledi ve verilen süreyi hiç aşmadı. Sakin takıldı. Arada o da “Bakın terliyor, mendil verin” falan dedi. Gökçek’in sorularına cevap vermedi. Bana göre neyin ne olduğu bariz bir şekilde ortaya çıktı. Dündar olanları halkın takdirine bıraktı. Şu “halkın takdiri” lafına da hastayım. Öyle bir takdir ki... Yıllardır takdir ediyorlar Gökçek’i. Her toplum hakettiği lider tarafından yönetilir.

Karanlık

Bizim evin koridoru çok uzun. Ya da bana öyle geliyor. Ceryanlar kesiliyor. Haliyle beni bir korku sarıyor. Öffff... Her an bir odadan bir yaratık çıkacak gibi. Aslında yok ki yaratık falan. Anaa... Yaratık falan yok ben boşuna korkuyorum karanlıktan. Hep işte bu Altıncı His olsun Halka olsun yedi bitirdi beni. Yoksa bir şey olacağı yok. Karanlık korkusu. Kafamda yarattığım bir hadise. Holivut kökenli. Toprağım aslında. Karanlık korkusu dostumdur bundan sonra. Bak yine bir yerden bir yere vardım. Puuuu...

17 Aralık 2008 Çarşamba

Mastika

Çal diline kıl payı hazan
Ser balına kumkumayı
El teline gir harına tutam
Kah nalına vesveseyi

Gelince eller kömürde yanmaz
Yanımda korlar kanımca tütmez
Yerinde yeller sönünce ahval
Çal yine de mastikayı

Güliver

Liliput halkı Güliver’in saatini tanrı zannediyormuş. Çünkü Güliver ona bakmadan hiçbirşey yapmıyormuş. Ne kadar etkileyici değil mi? Klasikler boşuna klasik olmamış.

Hayatımda bu tip şeyler okuduğum zaman çok etkileniyorum. Okuduğumun müthiş bir sır olduğunu ve bir anda hayatımda müthiş değişiklikler yapacağını zannediyorum. Ama öyle olmuyor. Hayalkırıklığı.

Çünkü özlü sözler cansız. Düşünceler gibi. Hayata geçirilmedikçe bir anlam ifade etmiyorlar. Belki de zaten geçirilmemeleri gerekiyor. Onları belki de bu yüzden seviyorum. Hayata geçirilecek bir tarafları olmadığı için. İçgüdüsel olarak doğru geliyorlar. “Doğru” bir değer yargısıdır. Değer yargıları öğrenilmiştir. Kimler öğretmiştir? Başkaları. Sartre ne dedi? Cehennem başkalarıdır.

Yine düşünüyorum. Yine birşeyler çözmeye çalışıyorum. Yine sıkıntı. Düşüncelerle, felsefeyle hiçbirşey çözülmez. Düşünüp sorgularken bir anda inanılmaz şeyler keşfedip çok kral bir adam olmayacağım, herşey olduğu gibi devam edecek.

Aklıma yeni çağ kitaplarındaki “kendini sev” öğretisi geldi. Yoksa şu kendini sev dedikleri, sürekli bir yerden bir yere gitmeye çalışırken zaten bulunduğum yeri sevmek ve kabullenmek gibi bir şey mi acaba?

Yine aynı şeyi yapıyorum. Yine bir yerlere varma çabası. Yine halden hale gemek için verilen mücadele. Umutsuzluk. Umutsuzluğu sevmek en güzeli.

Hayatımı umutsuzluk içinde yaşıyorum. Hayallerime ulaşabilecek miyim? Sevdiğim işi yaparak hayatımı kazanabilecek miyim? Kesinlikle hayır. Hayır. Hayır. Söylemeye devam et Ceyhan. Hayır. Hayallerime kavuşamayacağım. Peki ne yapacağım o zaman? Hayallerimin gerçekleşmeyeceği hayat neye yarar? Sevdiğim şeyleri yapacağım. Yine mi birşeyler keşfetmeye çalışıyorum ben? Yine mi yoksa müthiş bir sırrı açığa çıkarmak üzereyim? Yazdıkça düşünüyorum, düşündükçe yazıyorum, git gide sanki daha bir saçmalıyorum.

16 Aralık 2008 Salı

ECM’nin Eski Yeni Albümleri

ECM bir plak şirketi. Artık bu marka bir müzik türü haline gelmiş. A.K Müzik dağıtımını yapıyor. CD’leri 35YTL civarında. Dolayısıyla her Mephisto’ya veya Lale Plak’a girdiğimde bir ECM albümü alamıyordum. Geçmiş zamanda konuşmamın sebebi, ECM’nin yeni çıkan paketleme formatı. Bildiğimiz CD kabı yerine, karton kap kullanıyor ve içinden kitapçık çıkmıyor. Biz de böylece 20 YTL’ye eski ECM albümlerini alabiliyoruz. Bunların arasında efsaneleşmiş albümler var. Örneğin Gateway ve Sargasso Sea Abercrombie’nin kariyerindeki çok önemli albümler. John Scofield ve Frisell’i Marc Johnson’ın Bass Desires albümünde bir arada dinleyebilirsiniz. Liste uzayıp gider. Çok sevindim bu uygulamaya. Blue Note albümleri 15 YTL olduğu için kendimi iyice Blue Note arşivciliğine vermiştim. Artık ECM’ye el atabilirim. ECM’nin 20 yıl önceki kayıtları bile o kadar modern ki geçen hafta çıkmış gibi dinleniyor.

Müzik Dinlemek

Mp3 geldi, mertlik bozuldu. Kesinlikle muhafazakar değilim ve teknolojiyi sonuna kadar destekliyorum. Ipod kullanıcısıyım. Ancak gerçek müzik mp3’ten dinlenmez. Internet radyosu için de geçerli bu. Gideceksin, parayı verip CD, plak veya kaset alacaksın. Müziğin güzelliği ancak öyle ortaya çıkıyor.

CD çekmecem, hafif hafif kabarmaya başladı. Kabaran görüntü çok hoşuma gidiyor. Her yeni CD eklediğimde ilgili bölümleri düzenliyorum. Oturuyorum teybin yanına, 1 saat boyunca müzik dinliyorum. Başka hiçbir iş yapmadan. Gazete okumuyorum, internette gezinmiyorum vs... Parçalara konsantre oluyorum. Preview’lar yapıyorum. Pek dinlemediğim bir albümü koyuyorum, o an hoşuma giderse dinliyorum, gitmezse bir diğerine geçiyorum. Bu preview’lar sayesinde çok şey keşfediyorum. Örneğin eskiden beğenmediğim bir albümün falanca parçası çok hoşuma gidebiliyor. Ya da, çok beğendiğim bir albümün pek dinlemediğim parçalarına konsantre oluyorum.

Geçenlerde bir yazı okumuştum. “Herşeyden daha fazla var ama daha azmış gibi yaşıyoruz” diyordu. Bu müzik için fazlasıyla geçerli. Kesinlikle pahalı bir zevk olduğunu düşünmüyorum. En pahalısından 3 CD alsanız 100YTL yapıyor. Aylık olarak bakıldığında günde 3 liraya denk geliyor. Parasını verince, o albüm sizin için daha kıymetli oluyor, böylece sadece o müziği icra edip oraya getirenler değil, siz de bir emek harcıyorsunuz.

Müzik dinlemek başlı başına bir iş. Konsantrasyon dağıldığında, müziği de kaçırıyorsunuz. Orada olmanız gerekiyor. Aksi takdirde müzik sizin için sadece bir duvar kağıdı fonksiyonu görüyor. O fonksiyonu görmesi kötü değil ama, siz sadece o düzeyde müzik dinliyorsanız, bu kötü bir müzik dinleyicisi olduğunuz anlamına gelir.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Dünyanın Durduğu Gün

Dünyanın Durduğu Gün izlenebilir bir film. Verdiği mesajlar da gayet yerinde. Uzay gemisinden çıkan ve düşünce gücüyle “Ne oldu arkadaşlar sıkıntınız nedir?” diyen Cabbar’a bayıldım. Keşke dünyada takılsa öyle bir adam. Matkapla delinme sahnesinde bölüm şefine fırlattığı “önce senin ananı ....” bakışı süper. Zaten Cabbar’ın tipi genel olarak fena. Dünyanın acilen onun gibi bir adama ihiyacı var. Böyle gezip dolaşacak, uygun görmediği durumlarda müdahale edecek bir uzaylı... Bence iyi olurdu. Doğruluğu ya da yanlışlığı önemli değil. Mazlum dostu, zenginden alıp fakire veren, doğayı kollayan; Ritz Karltın, Hilton ve benzeri anti – İstanbul yapıları kodu mu çökerten, Atlas’ın küçülüp dünyaya ayak basmış hali Cabbar... Sonunda çıldırmış, “lan ben sizi asırlardır sırtımda taşıyorum siz ne ayaksınız lan?” diye bağırıyor.

AROG

İlk yarı iyiydi. Bazı yerlerde dur durak bilmeden kahkahalarla güldüm. İkinci yarı sıkıldım.

İyi kurmacalarda düğüm “tanrısal müdahale”yle çözülmez. Sözgelimi Fatal Attraction’da Glenn Close, trafik kazasında ölmez veya başka şehre taşınmaya karar vermez. Kahramana saldırır, doruk sahne ortaya çıkar, izleyici de merakla bu sahneyi seyreder. Matrix’te Neo’yla Ajan’ın kavgası, Snatch’in son boks sahnesi, hatta doğası gereği uyduruk bir film olması gereken Death Proof’un son kovalamaca sahnesi bile buna örnektir. Tüm iyi filmlerde bunu görürsünüz.

İkinci yarıdaki futbol sahnesi böyle bir amaç veya enerjiyle çekilmiş. Ancak ben izleyici olarak bu sahneyi heyecanla izlemedim. Çünkü filmin düğümü AROG’un geri kalmışlığı değil, Arif’in geleceğe nasıl gideceği sorusuydu. Zaten düğüm de maçtan tamamen bağımsız bir şekilde, yani bahsettiğim “tanrısal müdahale”yle çözüldü.

Düğüm, çözüm, tanrısal müdahale kavramları cok sık kullanıldı sanki. Aslında öyle değil. Yani ben kendi çapımca... Neyse...

Osmanlı Cumhuriyeti

Bahar’la Backhaus’da oturuyoruz. Bir anda “Osmanlı Cumhuriyeti’ne gidelim” dedim. Maksat hareket olsun. Filmden hiçbir beklentim yoktu. Başlarda da “eyvah” dedim, “bu film yoksa son dönem Levent Kırca parodileri gibi mesajı gözümüzün içine mi sokacak?” Aradan biraz zaman geçti, filme ısınmaya başladım ve filmin fragmanlarında yansıtıldığı şekliyle alakasının olmadığını gördüm. Ata Demirer’in etkileyici bir oyunculuğu vardı. Kuş seslerini taklit ettiği sahneye hem bir kuş sever hem de kuş sesi taklidi yapan biri olarak bayıldım. Filmde genel olarak, her iyi sanat eserinde mutlaka bulunması gereken saflığı buldum. Final ise muhteşemdi. Çok duygulandım. Ben de film sayesinde kimin torunu olduğumu ve kimin aslan kimin kedi olduğunu hatırladım. Bu eli yüzü düzgün filmi, sadece içerdiği saflıktan dolayı bile tavsiye edebilirim.

5 Aralık 2008 Cuma

Uçan Kuşa Vuran Taş

Kelimesi kelimesine Türkçe’ye çevrilen balistik incelemeleri okuduysanız, bu incelemelerin hangi somut verilere dayandırılarak yazıldığını ve serbest radikallerin ne düzeyde narkoleptik katarsis etkisine yol açtığını sizler de benim gibi merak ediyor olmalısınız. Şunu bilmenizi isterim ki yapılan açıklamaların arkasında yatan gerçekler; geri dönüşümsüz elektronik çöplüğün, sırra kadem basmış türlü kendi beslek harman haşeratının, dişe diş kana kan mantığına sahip uzlaşılmaz dikkafalı hipokratların ve gece gündüz dalgalanmalarını dramatik seviyelerde yaşayan elektronik sektörünün etkisiyle çarpıtılmıştır. Bu çoklu deformasyon, insanların yanlış verilere göre hareket ederek tıpkı bu zamana kadar olduğu gibi sistemi amiyane tabirle kelle koltuk bir şekilde yürütmelerine yol açacaktır. Neden gerçeğin çıplaklığından bu kadar korkuyoruz? Neden herkes kendi kafasına göre kendini gerçeğe bir makyaj yapmak zorunda hissediyor? Herşeyden öncesi balistik incelemelerdeki veri eksikliği kimleri rahatsız ediyor?

Kendini zamanın bükülebilirliği ve ışığın yerçekimsiz ortamdaki dalgalı hareketi konularına adayan “İzafiyet Ziyafetinde Kifayetsiz Zerafet” kitabının Nobel ödüllü yazarı Zahir Rezzak Zan’ın geçtiğimiz aylarda Afaki Mükafat dergisinde yayımlanan ve herkeste ufak çapta bir şok etkisi yaratan “Kuramsal Buhran İçinde Dışavurumsal Olumlamalar” başlıklı makalesi bazı çevreleri oldukça rahatsız etmiş olmalı ki, balistik incelemeleri sorgulayan her yazıyı toplatan ve durduk yerde bu incelemelerin güvenilirliğine dair sonu gelmez ve anlaşılmaz cümlelerle döşenmiş açıklamalarda bulunan Zıtişleri Bakanı Tigin Abcagatay, daha Eylül ayına ait incelemeler yayımlanmadan kendini Zan’ın makalesi hakkında yorum yapmak zorunda hissetti. Basın açıklamasının en can alıcı kısmı ise şurasıydı:

“Kimse, “bana birşey olmaz” demesin. Kimlik krizindeki kayıp kişiler kuramsal kurallar kitabının kalıntılarıyla kimseyi kirletemez. Biz burada oyun oynamıyoruz. Bugün eğer Zan’ın yazdığı bir makale bu kadar gürültü çıkartabiliyorsa, herkesin şapkasını önüne koyup kendine şu soruyu sorması gerekir: Bu karanlık adamlar mevcut kültür yozlaşması ve bilgi deformasyonunun hangi noktasında cesaret bulup sarılmadan piyasaya sunulan, tartılmadan ölçülen, ekilmeden filizlenen, çizilmeden resmedilen ve soğuk soğuk yutulan yapay veri haplarının gerçekdışılıklarını hiçleyerek sarıldıkları düşler komedyasını halka balistik incelemenin arkasında yatan gerçekler olarak yansıtabiliyor? Bu sorunun cevabı sizi yalnızca şu anda çevrilen filmin sona ermek üzere olduğu gerçeğiyle yüzleştirmekle kalmayacak, aynı zamanda bakış açınızın daha duru bir hal almasını sağlayacaktır”

Konuşma bu şekilde uzayıp gidiyor. Ben Abcagatay’ın sorusuna şöyle bir şiirle karşılık vermek istiyorum:

Uçan Kuşa Vuran Taş

Kime seslenir anlatır durulmaz
Verilir geri alınmaz kime dillenir?
Bana vız gelir çatallanır kurulmaz
Serilir zarı dolanmaz neyine kıllanır?

Kes dediğin vur aldığın hoş gidip kem gördüğün
Tez gediğin kul kaldığın zerkini ham bildiğin
Tuş edip bal çaldığın hal halına zincir taktığın
Vaktini çoktan doldurmuş bugün neyine celallenir?

4 Aralık 2008 Perşembe

İtiraf

İtiraf etmem hoşuna gidiyor. Çünkü aynısını sen de yaşıyorsun. Ama söyleyemiyorsun. Çünkü bunu zayıflık olarak görüyorsun. Ama işte itiraf ediyorum. Bunu yaparken yüzümde şahane bir gülümseme beliriyor. Zayıflığımı süper bir duygu gibi mi aksettirmeye çalışıyorum? Hayır. Saçma akıl oyunlarımı samimiyet adına dile döküyorum. İşte en derin acılarım: Site maçlarında sadece 2 kez oynadım. İlkinde ilk 11’deydim. 10. dakikada topa vuramadığım için teknik direktörlerim olan ve yaş sınırlamalarından dolayı oynayamayan (yaşları büyüktü) teknik direktörlerim Faruk ve Mehmet tarafından oyundan alındım. Bir döbi-vole vuruştu. Gerçekten o topa vurmam gerekirdi ama vuramadım. Hissettim. O topa vurmam gerekirdi. Vuramadım.

Yıllar geçti. Bu aradaki hiçbir maçta yer almadım. Çünkü yoruluyordum ve pek yetenekli değildim. Hiç yetenekli değildim. Hatta kimi maçlara anneannem gitmeme izin vermiyordu. Rezil durumdaydım. Sonra bir gün, çok sevdiğim Serkan Abi teknik direktördü. Serkan Abi’yi çok seviyordum. Çünkü o da beni seviyordu ve benim gibi gitar calıyordu. “Hey Jude” diye bilardo salonunda şarkı söylemeye başladığımda “you make it bad” diye gerisini getiriyordu. Neyse. Karşı sitenin adı Madenli. Devre arası. Serkan Abi bana komut verdi: “Ceyhan sen en zararsız yerde dur”. Eziklik had safhada. Ben bu maçta sahi nasıl oynadım yav? Neyse ben en zararsız yerde duruyorum. Pek “balans” vasıfım yok. Bir orta geldi. Alper ortayı ıskaladı. Ben nasıl olduysa ortayı gola cevirdim. Balans olmadığından topa vurduktan sonra devrildim ve golü göremedim. Ama Alperin “gooooooooolllll” diye koştuğunu çok iyi anımsıyorum. Maç madenlinin toprak sahasındaydı. Çok sevinmiştim. Ama yıllarca maçlarda oynamamış bir adamın ezikliğiyle anormal sevinmemiştim. Normaldi herşey. Maç penaltılara kaldı. Kaleye Bora geçti. Ama o zaman fazladan penaltı yiyecektik. Galiba 5 yerine 7 tane. Bora çoğunu kurtardı. Biz kazandık...

Vesayet Kuburu

Kırma aslında pespaye görüntüler
Sarar da ne diye kanımca
Düğmeye bas çek elini anlayamadın
Hangi düvelde film çektin
Sırma sesli gümbür patırtıda
Söylenecek tek söz sana ait
Kırılmış veraset kanunları
Hangi siyaset çadırında
Silinmiş görünen klavuzları
Serilmiş vesayet kuburunda
Çok karat binbir selim
Hangi duvar baldan diyar
Gel gelelim sırrım heyhat
Bil diyelim kevgir çadırında

3 Aralık 2008 Çarşamba

Öğretmenler Günü

Geçenlerde kutlandı. Hangi gün olduğunu yemin ederim bilmiyorum. Benim gibi öğretmen olmaz olsun. Tabii bu arada abartmayalım. Sorsalar bana; “Tahmin yürüt bilirsen bir milyon dolar vereceğiz”, derim ki 24 Kasım. Doğru mu? Kuran çarpsın bilmiyorum. İnternete girer bakarım. Şu anda yazı yazıyorum konsantrasyonumu bozamam. Öğretmenler günü hakkında birçok yazar birşeyler yazdı, boş geçmediler. Benim yazacaklarım biraz farklı. Geçim sıkıntısı veya öğretmenlerin yetersiz çalışma koşulları benim konularım değil.

Öğretmenler günümü iki kişi kutladı. Askerdeki can dostum Good Will Hunting Kubilay ve kayınvalidem. Kayınvalidem SMS’yle kutladı. Kendisi de emekli öğretmen. Şimdi yazarken aklıma geldi. Benim mi kutlamam gerekirdi? Hayatta yaşın ilerlemesiyle sorumluluklar artıyor, “gerek”lerin sayısında ciddi artış gözlemleniyor. Dolayısıyla ben ne zaman Bahar’la sosyalleşsem panik halindeyim. Uymam gereken kurallara uymamaktan çok korkuyorum. Çok şükür vukuatım yok. Bir kere yalnız kayınvalidemi ve kayınpederi ziyaretten dönerken, kapıdan çıkmadan önce babamın eski imam olduğu bilgisini araya sıkıştırıverdim. Sonra da üstüne biraz birşeyler saçmaladım. Bahar o sırada dişini sıkmış. Kayınpederimin yüzünde inceden bir dehşet ifadesi vardı. Kayınvalidem beni çözmüş olacak, o saçmalamamı çok doğal karşıladı.

Neyse. Ben de kayınvalidemin cep mesajına karşılık yazdım. Ellerinizden öperim dedim.Olay kapandı. Sonra Kubilay aradı. Onun öğretmenler günüyle falan işi olmaz, askerliğin stresinden kaçmak için bahane olmuştur.

Öğretmenler günü vesilesiyle ben de öğretmenlik yaptığım seneyi bir gözden geçirdim. Bu korkunç seneyi hatırlamak ben de türlü sıkıntı ve ağrılara yol açtı. Koltuk altlarımda sivilceler belirdi. Kabus görmeye başladım. Peki neler oldu o sene?

Öğrencilerin kulüp çalışmalarına gitmesine izin vermedim birgün. Hemen 15 dakika içerisinde bir mektup aldım: “Çocukları salın, bize velilerden laf gelmesin”. Çüş. Eğitimde gizli müfredat diye bir kavram vardır. Benim çalıştığım okulun gizli müfredatı bu olsa gerek. Öğretmenlik. Asil meslek.

Hesapta bizim okulda öğrenciye bağırmak yasak. Hakaret yasak. Bu arada söylememe gerek yok, sınıf öğretmenleri, yani çocuklarla en çok zaman geçiren öğretmenler, öğrencilere öyle bir bağırıyordu ki, yemin ediyorum birgün olduğum yerden zıpladım. Onlar bize örnek oluyordu. Başarılı öğretmen modellerimdi onlar benim. Çocuklar her türlü hakarete uğradıklarını da söylüyorlardı. Bilemem. Şahsen görmedim.

Birgün öğretmenler toplantısı var. Ben falanca sınıftan veya çocuktan şikayetçiyim. Akranım veya küçüğüm bir başka öğretmen, bana yapmam gerekenler konusunda ders veriyor. Bu sırada müdür yardımcısının gözüne giriyor mu acaba? Umarım girmiştir. Neyse. Ben tabii onun bana verdiği dersi pek iplemiyorum. Aradan zaman geçiyor. Birgün koridorda takılıyorum. Sınıfların içindeki bağrış çağrışları dinliyorum. Aaa bir bakarım benim akıl hocası bas bas bağırıyor. Gayet kanser bir halde kıçını yırtıyor. Yüzümde bir gülümsemeyle yoluma devam ediyorum. Herhalde o müthiş yöntemleri o gün pek işe yaramıyor!

Öğretmenlik senem çok bomba sene. Hani derler ya hayat acımasızdır çetindir falan filan. Aynen öyleydi vallahi. Ama ben kullanmıyorum. Almayayım yani. Siz kendi aranızda takılın. Arada öğretmenlik senemden dem vururum.

2 Aralık 2008 Salı

Yazım Yanlış

Kertede alaka seninle başbaşa
Her türlü dünya gelir geçer
Ne olur ne olmaz
Allah bilir olur olmaz
Gider gelir sever nefret eder
Şenlik var şenlik gelir
Geçer buradan herşey oluverir
Bir anda kelimeler dökülür
Akıldan geçerim yazım yanlış

Eski Kasetler

Vaya Con Dios. Ney na na na. Sadece ilk parçayı dinlerdim. Çok severdim. İkinci parçaya hiç geçmedim. Galiba annem bir kere geçmişti. Hatta ileri gidip kasedi önlü arkalı dinlemiş olabilir.

Europe. İtsdıfaynılkandavn. Anneme bunun ne anlama geldiğini sorardım saplantılı bir biçimde. Ama ne saplantı. En az 5 kere sormuşumdur. Çünkü “son geri sayım” tercümesi beni hiç tatmin etmiyordu. Oturtamıyordum. Ne demek ki son geri sayım? Hiçbir anlamı yok. Parçanın delisiydim. Tarcan Abimin walkmaninde dinlemiştim ilk. Play’e bastım. Hayatımın en güzel parşası çalıyordu. İstanbul’a döner dönmez anneme aldırtmıştım. Klibini ne zaman izledim anımsamıyorum. Sisli ortamın içinden kutuları yararak çıkıyordu elemanlar. Hipnotize olmuştum, muhteşemdi. Tabii ki ikinci parçaya hiç geçmedim.

Simon and Garfunkel. Mrs. Robinson. Çok bomba şarkıydı o da. Renault’yla Bodrum’a gidiyorduk. Annem haşlanmış patates ve dil peyniri almıştı yanına. Afiyetle yerken anneme kasedi koyması için direktif veriyordum. Yaş 9. Yalnız bu kasedin ilk parçası Mrs.Robinson değildi. Ortalardaydı. Annem de parçayı bulmak için uğraşmıyordu. “Adam gibi dinle” diyordu, “Sıra nasılsa ona gelecek”. Bu kaset önlü arkalı ciddi şekilde dinlendi.

Manhattan Transfer. İsmini anımsamıyorum. Bu kaset bizim eve nereden nasıl geldi onu da bilmiyorum. Hiç sevmedim bu grubu. Nereden transfer? Manhat’tan.

Michael Jackson. Bad. Bu kasete de yazık edildi aslında. Sadece Bad’i dinlerdim. Mükemmel bir şarkıydı Bad. Sadece birkaç kez diğer parçaları da dinlemiş olabilirim. Michael çok büyük adamdı ve kahramanımdı. İnanılmaz severdim. Kasedi teyzemden araklamıştım.

Eski Şarkılar

Annem ben küçükken sesimi kaydetmiş. Physical’ı ve One Way Ticket’ı söylüyorum. O zaman 3-4 yaşlarındaydım. Hiçbirşey hatırlamıyorum. Ama ilk sinemaya gidişimi çok net hatırlıyorum. Annem, ben, Ayşegül veya Necmiye Teyze ve Pınar veya Zeynep’le birlikte Ekrem Bora’nın bir aşk filmine gitmiştik. Yaş 7-8. Film hakkında hiçbirşey hatırlamıyorum. Son sahneler gözümün önünden belli belirsiz geçiyor. Ama o filmle ilgili asla unutamayacağım birşey var: Seninle Başım Dertte. O kadar küçük olmama rağmen beni fena vurmuştu Selami. Ciddi ciddi efkarlandığımı ve düşüncelere daldığımı hatırlıyorum.

Ben de anı çok. Ama Erenköy anıları kısıtlı miktarda. Çünkü oradan 9 yaşındayken taşındık. Bir başka film maceram, Flash Dance. Annemle gitmiştik. It's A Feeling çok fena parçaydı. Manitaya o yaşta vurulmuştum. Hey gidi günler.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Bu Ne Biçim Maç?

Türlü uğurlar denedik. Yok sen oraya geç. İlyas sen hiç oraya oturmadın. Ceyhan sen şu anda kazanacak takımın taraftarı gibi durmuyosun. Falan filan. Sonunda yenildik. Çok önemli mi? Hayır. Niye? Çünkü maalesef o kara Samsun maçından beri, kafası çalışan Beşiktaşlıların yüzü gülmedi. Biz ne transfere kandık, ne teknik direktör değişikliklerine ne de ani gazlara.

Sahada çok kötü bir Fener vardı. İşte içler acısı durum da bu: Biz o takıma yenildik. Daha tek bir adam gibi galibiyetimiz yok.

Ortada defans yok. Diğer bir deyişle defans oyuncularında “pozisyon alma” ve “oyun okuma” gibi yetiler yok.

Cisse’nin atılmasına hiç şaşırmadım. Her zamanki gibi hakem köstek hakkını Beşiktaş’dan yana kullandı.

Beşiktaş hakkında çok şey yazılabilir. Hakem, futbolcular veya Denizli eleştirilebilir. Ama bunların bir önemi yok. Bu takım yönetim değişmediği sürece başarılı olamaz. Bakın getirdiğimiz her teknik adam, bir öncekinden ne kadar iyi:

Del Bosque, Çalımbay, Tigana, Sağlam, Denizli.

Aralarında en kariyerli olan kim? Avrupa şampiyonunu şu anda kim çalıştırıyor? Herkes Mersine gitti, biz tersine gittik. Üstüne dünyanın parasını vererek. Seba’yı küfürle gönderen taraftar şu anki başkanından çok memnun. Her camia hakettiği lider tarafından yönetilir.

Okuduktan Sonra Yakın

İzlemeden önce: Coen kardeşler. Brad Pitt. John Malkovich.

İzledikten sonra: Zekice yazılmış bir senaryo. Muhteşem çizilmiş karakterler. Coen-vari komiklikler. Brad Pitt muhtemelen kariyerinin en iyi oyunculuğunu sergilemiş. Oscar ödüllerindeki hal ve tavırlarına gıcık olduğum ve kah Jodie Foster’a kah Cate Blanchett’a benzettiğim Tilda Swinton gerçekten çok güçlü bir oyuncu. Malkovich özlem gidermeye yetecek kadar gözüküyor ve gösteriyor. Filmde tüm yan rollerdeki oyuncular tanıdık yüzler. Spor salonundaki müdür, CIA şefi vs. Bu da filmin her saniyesini daha ilgi çekici kılıyor.

Tavsiye ederim. Issız adamın bıraktığı kötü tadı silmek için birebir. Issız Adam’da iki karton karakter izledik. Burada 5 dakika oynayan oyuncu bile kanlı canlı. Hafızanızda yer bırakıyor.
Coenlerin kendilerine has bir espri anlayışları var. Senaryolar yüksek zeka ürünü. Unutulmaz karakterler yaratıyorlar. Yalnız Coenleri büyük yapan bir başka şey daha var. O da çektikleri film sayısı. Hayranlarıyla arayı asla açmıyorlar. Her film belki bir bomba etkisi (İhtiyarlara Yer Yok, Lebowski vs) yaratmıyor ama hiçbir filmde boş geçmiyorlar. Orada Olmayan Adam veya Intolerable Cruelty kendi halinde filmler ama yine de izleyiciye bir gişe filminden fazlasını veriyorlar.