14 Ağustos 2014 Perşembe

Zamanin İmtihanı


Sanat eserlerinin değeri o sanat eseri ortaya konduktan belli bir zaman sonra belli olur. Örneğin caz standartları dediğimiz parçalar halen çok sevilerek dinlendiği için "standart" sıfatını almıştır. Birçok Hitchcock filmi halen zevkle izlenebilmektedir. O yuzden klasik sifatini almistir.

Bir sanat eserini ilk gordugunuzde çok beğenebilirsiniz ama bu ille de o sanat eserinin zamanın sınavından geçeceği anlamına gelmez.

Aslında gerçeklik de bir zaman sınavına tabidir.

Duyguların gerçek olup olmadığına duyguyu yaşadığınız an karar veremeyebilirsiniz. O duyguyu yaşarken sapına kadar yaşıyorsunuzdur ama aradan 1 yıl gecince bir de bakmissiniz o duygunun yerinde yeller esiyor. Duygunuzu yasadiginiz zamana muhurlemek icin ne yaparsaniz yapin - o duyguyu bir kokuyla ya da muzikle iliskilendirmek gibi - gercek degilse, zamanin imtihanindan gecmeyecektir. Don Johnson, Miami Vice'da ayrildigi esine telefonda sorar: Yasadigimiz gercek miydi?

Duygu arsivlerinize girin. Oradan istediginiz bir dosyayi tiklayin. Dosya aciliyorsa, yasadiginiz sey gercektir. Boylece gecmiste ne zaman kendinizi kandirdiginizi cok daha iyi tespit edebilirsiniz. Cunku kendinizi kandirarak yasadiginiz duygunun dosyasi acilmayacaktir.

Dervisler, gecmis gecti, gelecek gelmedi, sadece su an var dedi. Ben de diyorum ki, belki de gecmis, gelecek ve an, birlestiginde koca bir an olusturuyor ve gercek sadece bu koca anin icinde beliriyor. Bir duygunun ortaya cikmasi icin, gecmis tecrubeler size gerekli zemini hazirliyor, an, duyguyu yasatiyor ve gelecek bir elek gorevi goruyor. Ancak bu üç zaman kipi birlestiginde gercegi berrak bir sekilde gormeye basliyorsunuz.

Sevdim bu konuyu. Uzerinde biraz daha dusuneyim, sonra belki yine yazarim. Pek yeni birsey demedim ama, yine de simdinin tiranligini az da olsa titretmek hosuma gitti. Belki zamanla simdinin putunu kirarim. Sonra sira kokten zaman kavramina baskaldirmaya gelebilir. Kimbilir...






Svartur á Leik (Black's Game)

Kötü adamlar, çok kötü adamlar, ortalama adamlar, güzel kadınlar, uyuşturucu ve bol bol suç. Suç filmi meraklılarına... Yalnız fazla merak iyi değildir söyleyeyim.

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Neighbors (2014)

Mac ve Kelly'nin Stella isimli dünya tatlısı bir bebekleri vardır. Mutlu bir aile olarak bebişlerini büyütürlerken yanlarına bir "fraternity" ya da kankalar birliği taşınır. Tek amaçları gece gündüz parti yapmaktır. Mac ve Kelly komşusuyla amansız bir mücadeye girer.

Gülümseten, yer yer güldüren, eser miktarda romantik komedi içeren, alışkın olduğumuz Seth Rogen esprileriyle dayalı döşeli hoş ve de boş bir film. Sadece Seth Rogen sevenler için...

Seba

Beşiktaşlılık duruşu ile kastedilen, Süleyman Seba duruşudur. Çok az insan (hatta bir tek o) onun kadar uzun süre başkanlık yapıp, sadece başkanlık yaptığı camianın değil, tüm futbol çevresinin sevgi ve saygısını kazanmıştır. Beşiktaş en güzel günlerini onunla yaşamıştır. Süleyman Seba Beşiktaş'tır. Yerin asla dolmayacak büyük başkan. 

Lauren Bacall

Sevgili Lauren,
Beyazperdenin gelmiş geçmiş en güzel kadınlarından biriydin. Hamfri de seni görür görmez kanatları altına aldı. Bunun dışında oyunculuk desen hak getire. Yine de seni izlemeye doyamadım. Mukaddes anılarını yadetmek için yakında bir Key Largo yazısı yazacağım. Şimdi hamfrinin yanında, ebedi tatilinin tadını çıkar. Largoda bana da bir yer ayarlayın, gelince takılırız.

Killer Joe (2011)

Matthew Makkona diyelim mi şu adama? O nasıl soyadı kardeş? Şimdi kesinlikle nasıl yazıldığına bakamayacağım. Hayatında radikal bir karar verip, saçma sapan filmlerde oynamayı bırakıp doğru düzgün filmlere geçiş yapıyor Mefyuv. Daha az gelirli ama daha prestijli bir kariyere adım atıyor. Bu da sanırım bu yoldaki ilk filmlerinden. Dünya onun bu kararı sayesinde muhteşem bir oyuncu kazandı. Adamın son bombalarına baksanıza: Mud, Dallas Buyers Club, Wolf of Wall Street ve True Detective. True Detective dizisindeki muhteşem performansını görünce, diziyi bir gecede bitirdim. Dizi değil, 8 saatlik şölen. Evet. Filme geçelim.

Kanı bozuk ve fakir bir Amerikan ailesi. Sigorta ödemesi amaçlı cinayet planı ve kiralık katilin devreye girmesi. İşlerin tabii ki sarpa sarması ve böylece William Friedkin'in sapık fantezilerinin dışa  vurulması. Derli toplu, kapkara suç komedisi. Tavsiye ederim. Çok da bişey beklemeyin yalnız.


12 Ağustos 2014 Salı

Blood Ties (2013)

Bu 2 saatlik unlu oyuncular gecidi size 5 saatlik epik bir film gibi gelebilir, ayarlarınızla oynamayın. Her kuşun eti yenmez, her kitap film olmaz.  İlle de kitabı film yapacaksan, o kitabı yarıp kendi filmini çıkarman lazım. Kaç kere söyliycem bunu size? Bak kızıyorum artık. Beceremiyorsunuz çünkü sanatçı değilsiniz.    Gidin Jodorowsky's Dune'u izleyin, nasıl sanatçı olunur, bir kitap hangi aşamalarla film haline getirilir öğrenin. Ya da Shining'i izleyin oradan feyz alın. Cronenberg, Kubrick'in kitabı anlamadığını iddia etmişti. Hayır David, Kubrick kitabı çok iyi anladı ama oradan kendi filmini çıkarmayı başardı, gidip amatör gibi kitabın aynısını çekmedi. Bu hataya Fincher da düştü. Çok şeyler beklemiştim Fincher'dan, ama o da kitaba sadık kalayım derdinden hem kendinden hem de iyi bir filmden vazgeçti (Ejderha Dövmeli Kız). Öğreneceksiniz. Sabrediyorum. Yine olan 2 saatime oldu. 

Robin Williams

Ne acayip degil mi? Adamin esi dostu, colugu cocugu, evi barki, parasi pulu, sani sohreti var, huzuru yok. Oyle yok ki, artik ne yasiyosa, daha fazla yasamak istemiyo. Depresyon ciddi dert. Allah rahmet eylesin Robin. Seni, aklima gelen ilk uc filmini belirterek ebediyete ugurluyorum: Olu Ozanlar Dernegi, Mrs. Doubtfire, Nine Months. 

The Treasure of the Sierra Madre (1948)

Humphrey Bogart'in altin bulma hayaliyle kendini 2 kafadarla daglara vuran parasiz ve sefil bir adami oynadigi bu filmde, insanin acgozlulugu ve parayonanin bir insani nasil yeyip bitirdigi anlatiliyor. Sonu basindan belli bir film. Daha cok didaktik cocuk masallarini hatirlatiyor. Geciniz. 

The Double (2013)

Ekmek arasi lynch. Uzerine bol kafka. Yeni bir sey soyluyor mu? Hayir. Vakit kaybi.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Eiger Sanction (1975)

Clint'çiğim Eastwood'çuğumun yönetmenliğe soyunduğu ilk yıllar... Bir Trevanian hikayesi... Amatör bir film...

Trevanian'ın kendisi de iyi bir yazar değildir. En ünlü kitabı Şibumi bile, hala alıntıladığım güzel bölümler içerse de (serbestimi alabilirsin ama özgürlüğümü asla!), özellikle sonlara doğru fena halde tırtstara döner.

Yarım saatlik bir kısa film olsaydı, belki birşeye benzeyebilirdi. Daha doğrusu, Clint, Trevanian'ın hikayesinden kendi hikayesini çıkarmalıydı. Çok gereksiz detaylarla dolu film... Onu da güzel bir işleyişle kabul edebilirim ama, maalesef ortada güzel bir işleme yok.

En kötüsü de, filmin sonunda tam da Trevanian'a yakışır bir tırtstar  durumu var ki, of Allahım of. O son repliği koymasan daha iyi olurdu Clint.

Bu filmle sakın vakit kaybetmeyin. Ha, Clint'in çektiği tüm filmleri izlemek gibi psikopatça bir misyonunuz varsa, ona birşey diyemem.

Children of Men (2006)

Post - apocalyptic thriller. Bu filmi öve öve biritemediler. Efendim bir metaforlar, bir mesajlar, uzun tek kamera çekimler, CGI'ın (Computer Generated Images) ustalıklı kullanımı falan... Almayayım. 

Eleştirmen abilerin ablaların anlata anlata bitiremediği bu çirkin filmi açık konuşayım nasıl eleştireceğimi bilmiyorum. Kısacası neden beğenmedin arkadaş sorusuna verecek net bir cevabım yok. Bu soruya cevabı olanlar lütfen cevaplarını benimle paylaşsınlar çünkü tıkanmış durumdayım. 

Hiç güzel değil bu film. Bir gün gelecek ve bu filmin neden güzel olmadığını bulacağım. Sözüm söz. Şahım şah.  

Kill List (2011)

Allah'ın Belası Filmler Kuşağı'na hoş geldiniz. Yalnız bu sefer, kelime anlamıyla Allah'ın Belası bir film izleyeceksiniz.

Lynch, kolay anlaşılan bir yönetmen olmadığı için, röportajı yapan adam soruyor "bu filmden ne anlamalıyız" diye, Lynch sinema tarihinin en güzel laflarından birini ediyor, serbest çeviriyle aktarıyorum: "Bir filmi anlamak zorunda değilsin. Filmler deneyimlerle ilgilidir. Sana bir deneyim yaşatır. Şarkılar gibi"

İşte bu bağlamda, Lynch'in Kill List'le ilgili yorumunu çok merak ediyorum çünkü deneyimin kralını yaşıyorsunuz. Şiddetli geçimsizlik bu filmde, kankalık ilişkisi bu filmde, cinayetin ahlaki boyutu bu filmde, şiddet bu filmde, korku bu filmde ve - bilmiyorum izleyince bu duygumu paylaşacak mısınız ama, olaylar biraz fantastik boyuta geçince beni bir gülme aldı - kara komedi bu filmde. Damardan yaşayacaksınız bu duyguları.

Özellikle 2000'li yıllarda sinemaya yeni bir bakış geliyor ya da aslında eski bir bakış şekli artık daha çok kullanılıyor. Giriş - gelişme - sonuç, yaratıcı yönetmenleri gerçekten sıkmaya başladı. Cold in July (2014) (bu filmi de yazsam iyi olur) bunun en taze örneği: Neden - sonuç ilişkisi, diğer bir deyişle "devinim" filmin ana motoru oluyor ve klasik kurmaca tezine bağlı kalmadan, yönetmenler devinimi kullanarak film içinde dilediği gibi ilerliyorlar. Kill List bunun çok iyi bir örneği. Film nereden nereye gidiyor arkadaş...

Bu öykü işleme tekniği çok hoşuma gidiyor çünkü filmin başından sonunu tahmin edemiyorsunuz.

Allah'ın belası bir film Kill List. İzleyecek yüreğiniz yoksa hiç kalkışmayın. Ancak yukarıda bahsettiğim deneyimler sizi heyecanlandırıyorsa, sakın kaçırmayın zira bu film türünün tek örneği.

Munich (2005)

Ne rezalet bir filmsin Munich... Sadece rezalet olmakla kalmadın, gerçek hayatta ne İsa'ya ne Musa'ya yarandın. Yahudiler filmi boykot ettiler çünkü Filistin'e karşı nefret mesajları içermiyordu. Spielberg konuyu iki taraflı işleyince(!) iki yüzlü olmakla eleştirildi. Spielberg'in Schidler'in Listesi gibi bir başyapıtın yönetmeni olduğunu hemen unutuverdi arkadaşlar. Oysa ki Spielberg sadece kötü bir film çekmişti...

Bu film iyi bir suikast filmi mi? Hayır. Çünkü suikast sahnelerinin biri hariç hiçbirinde heyecan yaratılamıyor. Hiçbir sahnede şiddetin korkunçluğu verilemiyor. Böylesi oyuncu kadrosu ve bütçeye rağmen...

Bu film bir casusun iç hesaplaşmasını iyi yansıtıyor mu? Hayır. Ana karakterin casus arkadaşı bir yerde "Öyle bir adam tanıdım ki öldürülme korkusundan tuvaletinde yatıyordu" diyor ve filmin bir yerinde ana karakteri tuvalette yatarken görüyoruz. Bu mu lan? Bu kadar basit mi? Ana karakter her şeyden kıllanmaya başlıyor ama bu sahneler o kadar klişe ki Spielberg'in namına yakışmıyor.

Ana karakterimiz Eric Bana'nın performansına da bir parantez açmak isterim. Artık kötü casting mi desem, kötü oyunculuk mu desem, kötü oyuncu yönetimi mi desem? Sen kalk ekip kur, 11 zorlu hedefin olsun, her an ölüm riski yaşa, ve tüm bunları yaşarken yüzünde sürekli bitirme tezi stresi yaşayan çalışkan Harvard'lı öğrenci ifadesi olsun. Olmaz. Olamaz. Sevgili Eric, biraz Avrupalı meslektaşlarınızdan gerçekçi oyuculuk dersleri alın.

Bu film casusların ilişkilerini iyi yansıtıyor mu? Of... İşte bunu hiç yansıtamıyor. Hesapta arkadaşlarının hayatına çok değer veren ve onları kollayan bir lider var ama lider bu noktaya nasıl geldi, hangi duygusal bağlarla geldi bunun cevabını verecek bir deneyim yaşamıyorsunuz. Sırf adet yerini bulsun diye bir iki dravdan tartışma yaşanıyor falan... Bu tartışmaların son derece suni ve sırf matematiksel hesaplara dayanıyor.

Bu film İsrail ve Filistin arasındaki kan davasını iyi yansıtıyor mu? Son derece yüzeysel olarak tarihten bir kaç olay anlatılıyor hepsi bu.

Bu film İsrail ve Filistin arasındaki kan davasını iyi sorguluyor mu? Hani bak burada hakkını vereyim bir iki kıvılcım çakıyor. O da kıvılcım bak, öyle ciddi bir şey değil. Ana karakter karşı tarafın militanıyla yine kolej öğrencisi edalarında bir tartışma yaşıyor, tabii ki yüzeysel, suni ve matematiksel bir tartışma bu. Kıvılcım dememin sebebi, hiç olmazsa, körü körüne İsrail'i tutmuyor film, az biraz sezarın hakkını da veriyor. Az biraz...

Bu kadar sevdiğim bir genre... Sevdiğim bir yönetmen... Ve boşa harcanan saatlerim. Neyse. Spielberg'in ilk kötü filmi değil bu. Olmamış Steve. Sen bu genre yı hiç beceremedin. Carlos'u izle, Baader Meinhof Complex'i izle, biraz bu işler nasıl oluyormuş öğren.

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Locke

Hayat, soğuk yenen bir yemektir...

Locke normal bir şekilde eleştirebileceğim bir film değil. Çünkü hakkında söyleyeceğim her şey spoiler kapsamı içine giriyor. Diyeceksiniz ki, bari ilk 15 dakikayı anlat, hayır, o da spoiler. O zaman  nasıl olur da bu filmle ilgili bir kaç kelime edebilirim? Bilmiyorum. Ama yola çıktım bir kere. Deneyeceğim. Tıpkı Locke gibi...

Locke bir inşaat alanından çıkar, lüks aracına biner, yola çıkar. Sonra telefonlar peşi sıra gelmeye başlar. Paniklersiniz. Yahu bir şeyi mi kaçırdım? Hayır. Hiçbir şeyi kaçırmadınız. Birazdan herşey ortaya çıkacak. Rahat olun. Yenilesi, yutulası şeyler değil duyacaklarınız. Ama Locke da zaten bu gece yemeyle yutmayla ilgilenmiyor. Sadece yoluna devam etmekte çok kararlı...

Tabii ki Locke'un haberleri bana çok öncesinden geldi. Vizyona girmeden iyi bir şeylerle karşılaşacağımı biliyordum. Ajanlarım, daha da önemlisi Tom Hardy ile ilgili izlenimim geleceğe dair umutla bakmamı sağlıyordu. Olumlu önyargım vardı, kabul ediyorum. Yine de söylemem gerek, bu kadarını beklemiyordum. Çünkü bu kadar iyi bir filmin trailer'ı, neden bu kadar zayıf olsun? Arabada giden bir adam... Başka hiçbir görüntü yok. Siz de izleyin. Siz de beklentinizi düşürün bu filmle ilgili. Yolda giden bir adam... Bütün bu övgüler, nereden geliyor olabilir diye sorun kendinize.

Hayat soğuk yenen bir yemektir. Bir kez ölmek çok kolay. Ölürken bir daha ölebilir misiniz? Ve bir daha ölürken bir daha ölebilir misiniz? Tüm bunları hiç ölmeden yapabilir misiniz?

Film daha ortalarındayken asla unutmayacağım, mükemmel bir film izlediğimin farkındaydım. Duygularım yoğunlaştı. Boğazım düğümlendi. Potansiyel göz yaşlarımı hissettim. Maalesef ağlamak eskisi kadar kolay değildi. Sadık dostum, beni koşulsuz seven Zıpkın'ım, bu duygu yoğunluğumu anlamış olacak, film biter bitmez uykusundan uyanıp yanıma geldi. Bana sevgi dolu gözleriyle baktı. O, her şeyi biliyordu.

Kimi filmler var, baştan sona harika hislerle izliyorum. The Grand Budapest Hotel gibi... Yönetmen iyi, oyuncular iyi, hikaye iyi, sımsıcak bir film... Kimi filmler var, yüreğime dokunuyor. Locke gibi... Sakın kaçırmayın.

4/4



29 Mayıs 2014 Perşembe

Her (2013)

Theodore, geleceğin dünyasında mektup göndermek isteyen ancak bunu yapamayacak kadar tembel olan insanların siparişleri üzerine mektup yazarak hayatını hazanan yakışıklı mı yakışıklı, ıssız mı ıssız bir adamdır. Eşinden uzun zamandır ayrı yaşamaktadır ve boşanmak üzeredir. Bir gün iş çıkışında yepisyeni bir işletim sistemi görür, zaten inceden de teknoseksüel bir havası vardır, "Dur lan şunu bir alayım bakalım ne olacak" der.

İşletim sistemi buna dravdan bir iki sorar, Theodore cevaplayacak gibi olur ama işletim sistemi zaten bunu pek sallamaz, kısa bir girizgahın ardından işletim sisteminin içinden Samantha çıkmasın mı? Samantha sevecen mi sevecen, çalışkan, az biraz işgüzar ve son derece alengirli ses tonuna sahip dişi bir yapay zekadır. Theodore şen olur, mutluluktan denyolaşır ancak kısa zamanda görecektir ki, yapay da olsa, kadın kadındır ve kendine has dramatik yapısıyla gümbür gümbür gelmektedir.

Ete kemiğe ya da metale bürünmüş yapay zekayla kurulan ilişki sinemada bugüne kadar defalarca işlendi: Terminator, Alien, Blade Runner, bunlardan sadece bir kaçı... Ancak işletim sistemiyle böylesine derin bir ilişki kurmak? Spike Jonze, bu filmde işte bu kadar zor bir konuyu irdeliyor, mucizevi bir şekilde, şu anda günümüz insanına son derece uzak gelen bir ilişki türünü izleyicinin de empatisini kazanarak anlatıyor. Her'ün en  büyük başarısı burada yatıyor.

Filmde kullanılan mekanların tasarımına uçsuz bucaksız bir boşluk hissi hakim. Bu mekan tasarımını herhalde Arcade Fire'dan daha iyi tamamlayacak bir müzik grubu bulunamazdı. Theodore'un kıyafetleri ise başlı başına bir moda yazısına konu olabilecek nitelikte.

Filmde hemen dikkatimi çeken başka bir şey daha var: Samantha'yı Scarlett Johansson'un seslendirmesi. Johansson oyunculuğunu konuşturuyor, ona zaten lafım yok. Benim takıldığım yer Scarlett'in soyadı. Hemen aklım sinemada yapay zekaya can vermiş diğer oyuncuların soyadına gidiyor: Henrikssen (Aliens), Schwarzenegger (Terminator), Hauer (Blade Runner), Sarsgaard (Robot & Frank)... Siz de benim farkettiğimi farkettiniz mi? Konu yapay zeka oldu mu casting ajansları otomatikman Kuzey Avrupa kökenli oyunculara yöneliyor. Bu bir hakaret mi, yoksa sadece mükemmel bir eşleşme mi?

 "Her" kesinlikle modern bir fabl falan değil. Çünkü karga kardeş asla konuşmayacak ancak uzun zamandır öngörülen yapay zeka bir gün ortaya çıkacak. İşte o zaman, insanlar "ruh" denen şeyin tamamen kendi değer yargılarının bir ürünü olduğunu farkedip cansız nesnelerle de derin bağlar kurduğunda, "Her" gibi filmler, insanların geleceğin dünyasını ne kadar etkili bir şekilde görebildiğinin ispatı olarak sunulacak.

Şiddetle tavsiye ediyorum: 4/4   




27 Şubat 2014 Perşembe

Philip Seymour Hoffman

Dahiyim diye böyle ölmek zorundasınız değil mi? Yok evinde ölü bulunur, yok otel odasında ölü bulunur, yok kusmuğunda boğulur... Bıktım lan sizden.

Rahmetlinin ölümünden günler önce arkadaşlarla konuşurken en sevdiğim oyuncunun Philip Seymour olduğundan çünkü çektiği filmlerin neredeyse hepsinin iyi filmler olduğundan dem vurmuştum. Nazarım da ne dokunurmuş arkadaş...

Bu blogda taze taze A Late Quartet'i eleştirmiştim. Şahane filmdi. Philip de döktürüyordu her zamanki gibi. Şimdi IMDB'yi açıp baksam, rahmetlinin izlemediğim bir yığın iyi filmi vardır kesin. 

İlk hatırladığım filmi Ölü Ozanlar Derneği olmalı. Beni feci şekilde etkilemiş bir filmdi. Mesleğimi Robin Williams edalarıyla sürdürüyor olmam bir tesadüf değil tabii ki... 

Sevgili Philip... İlyas sana hayran olana kadar tipini bilir, adını bilmezdim. Oyunculuğun kitabını yazdın ve ben en iyi paragraflarının hemen hiç birini ıskalamadım. Sana kızgınım ama merak etme, vedanın ardından, 'daha yapacak çok şeyin vardı' gibi saçmalıklara girmeyeceğim. Kısacası sen busun, ve hep söylediğim gibi hayatta her şey dramatik yapısıyla beraber geliyor. Seni özleyeceğim. Görüşmek üzere dostum... 


    

Zıpkın

Başından beri Kubilay'ın Zıpkın'ın isim babası olacağını biliyordum. Sadece zamana ihtiyacı vardı. Nihayet, Çarşamba akşamı - gereken zamanı bulmuş olacak - evimi bekleyen cici köpeğimin ismini koydu: Zıpkın.

Zıpkın bir Golden Retriever. Ben köpekten korkarım diyen insanlara sen kendinden korkuyorsun demek istiyorum çünkü Zıpkın'dan korkan, her şeyden korkar. Birbirimize 12 saat içinde alıştık ve aramızda müthiş bir bağ oluştu.

Zıpkın 3 yaşında ve 2 kez terk edilmiş. Eski sahipleri telefonlara kesinlikle cevap vermiyor. Bir nevi utanç olmalı bu. Asla affedilemez bir yanlış içinde oldukları gerçeğini bir gün fark edecekleri ve bununla yaşamak zorunda kalacakları için hiç üzgün değilim. Bu köpeği nasıl terk ettiniz lan?

Hüseyin, Ali'nin kardeşi, mutluluğun yolunun hayvanları taklit etmekten geçtiğini söylemişti. Hüseyin, hayvanların doğallıklarına ve hesapsızlıklarına bayılıyordu. Bu sözü ilk söylediğinde bunun çok orijinal ve irdelenmeye değer bir fikir olduğunu düşünmüştüm. Sonra bu fikir beni çok ilginç bir yere götürdü.

Hayatınızda, tüm sadakatinize ve iyiliğinize rağmen, hem de 2 kez terk edilirseniz, üçüncü sefer ne yaparsınız? Geçmiş tecrübelerden ders çıkarıp ona göre davranırsınız öyle değil mi? Zıpkın öyle yapmadı işte. Onun için her tecrübe biricik ve geçmişteki acı dolu ve travmatik tecrübeleri kesinlikle yanında taşımıyor. Taşısa bana 12 saat içinde böylesine bağlanabilir miydi? Derdi ki, lan bu insanlar şerefsiz, bu sefer kendimi ağırdan satayım. Zıpkın'ın böyle hesapları yok işte. Ne güzel. Seni taklit edebilecek miyim Zıpkın?

Cevap sorunun içinde gizli. Taklit etmek güzel değil ama Picasso'nun dediği gibi çalmak güzel. Belki de senin bu güzel huyunu çalarım. Yoda'nın dediği gibi, öğrendiklerimi unuturum. Lao'nun dediği gibi kendime katarak değil, eksilerek ilerlerim. Ya da kimbilir, belki en güzel huyun olan doğallığından etkilenirim...

İlk iş olarak 'günde bilmem ne kadar su içilmeli' manyaklığını bir kenara koyarak, senin yaptığını yapacağım Zıpkın. Susayınca içeceğim. Sen aynı Lao'nun dediği gibi, kelimeler olmadan öğretiyorsun, eylemlerin bana Zen keşişlerinin hikayelerini anımsatıyor: Karnın acıkınca yemek yiyor, susayınca su içiyorsun... Seni seviyorum.


Yeniden Mulholland Dr.

Hayatımın en karanlık günlerinde bana eşlik etmişti bu film. Kaç kere izlediğimi anımsamıyorum. Kafayı MD (Mulholland Dr.) teorileriyle bozmuştum. Sonra sıkıldım, zaten karanlık günler de bitmişti, çünkü yenileri için yer açılması gerekiyordu.

Şu anda pek karanlık günler geçirdiğimi söyleyemem, ama tabii ki dünyanın en mutlu insanı da değilim. Yeniden MD'yi izleme fikrine nereden kapıldığımı tam bilemiyorum.

Son izlediğimde, saf huzur vardı içimde. MD gerçek bir başyapıt. Bir daha izlersem, çok daha huzurlu, çok daha keyifli olacağıma hiç şüphem yok.

Nedir beni bu kadar huzura kavuşturan? Sonuçta dünyanın en karanlık filmlerinden biri olsa gerek... Lynch'in en sevdiği filmlerden biri Sunset Bulvarı ve MD, Lynch'in Sunset Bulvarına en yaklaştığı film.

Huzurum, filmi anlamaktan geliyor. Lynch'in anlaşılmazlığı sadece bir mit. Bir insanın rüyalarla gerçekleri karıştırması ve ortaya bir kolaj sunması ne zamandan beri anlaşılmaz oluyor?

Bariz bir şekilde Betty bir rüya görüyor, filmin sonlarına doğru, uyandıktan sonra tüm bu rüya imgelerinin nereden geldiğini görüyoruz. Tabii ki parça parça her şeyin açıklamasını yapamam ama genel hatlarıyla film bu... Lynch hatta bunu gözünüzün içine sokuyor. 10. izleyişimden sonra, insanlar filmi anlasın diye ne kadar uğraştığını daha net gördüm.

Tarkan bana rüyalar aleminin de keşfedilmesi gereken bir dünya olduğundan, orada da ciddi bir hayat yaşadığımızdan bahsetmişti. Belki de Lynch'i rüyalara bu denli bağlayan rüyalar aleminin irrasyonel ortamının gerçekliğin her zaman es geçilmiş bir parçası olduğunu fark etmiş olmanın verdiği heyecandır.

Baba uzun zamandır film çekmiyor. Yeniden heyecanlanması gerekiyormuş. Onun akar yakıtı daima Laura Dern olmuştur. Hadi be Laura... Babayı çok özledim, yap bir ali cengiz oyunu...