What is this feeling called love.
Why me, why you, why here, why now ooh.
It doesn't make no sense no. It's not convenient no.
It doesn't fit my plans no.
It's something I don't understand oh.
F.E.E.L.I.N.G. C.A. double L.E.D. L.O.V.E.
Oh what is this thing that is happening to me.
6 Ağustos 2012 Pazartesi
30 Temmuz 2012 Pazartesi
LOVE
L is for the way you look at me
O is for the only one I see
V is very, very extraordinary
E is even more than anyone that you adore can
Love is all that I can give to you
Love is more than just a game for two
Two in love can make it
Take my heart and please don't break it
Love was made for me and you
O is for the only one I see
V is very, very extraordinary
E is even more than anyone that you adore can
Love is all that I can give to you
Love is more than just a game for two
Two in love can make it
Take my heart and please don't break it
Love was made for me and you
19 Temmuz 2012 Perşembe
Dede Yorgun
Mehmet Cemal Dandin. Dedem. Onunla en son balığa çıktığımda 18 yaşından küçüktüm. Bu kadar uzun zamandır balığa çıkmamamızın sebebi, dedemin her zaman solo takılmayı sevmesiydi. Geçtiğimiz Cuma yazlığa giderken aklımda bu uzun arayı sonlandırmak vardı. Dedem boşandığımı duyduğunda çok üzülmüş. Beni mutlu etmek için ne istesem yapar diye düşündüm. Gider gitmez dedim ki 'bak dede, yarın kesin balığa gidiyoruz', beni yanıltmadı: 'Sabah 6'da hazır ol'.
Kankalar ve hanımlarıyla New York'ta yaşadığımız ve henüz sadece bir kısmını paylaştığım korku ve dehşet dolu günlerimizin ardından jet sendromunu bir türlü atlatamıyordum. Saat 6'ya kadar uyumadım. Dedemle ön hazırlıkları yaptık. Tekneye yerleşirken, öyle bir efor sarf ettim ki, dedemin yıllardır yazın her günü balık tutmasına inanamadım, dedem işte bu yüzden bu kadar genç diye düşündüm. Açıldık. Dedem ufka doğru sürerken tekneyi onu izledim, bir yandan da doğan güneşe bakıyordum. Teknemiz dalgalara vura vura ilerliyordu. Çok zevkliydi.
Dedem çoktan balık tutmakta olan kankalarını buldu ve oralarda motoru durdurdu. Bana kısa bir 'balık tutmaya giriş' dersi verdi. Hava rüzgarlıydı. Kurşunu hızla yere salmam gerekiyormuş yoksa yere paralel gidermiş. Kurşunun vurduğunu anlar anlamaz durup çapariye başlamalıymışım.
Attık oltaları. Dedemin tuttuğu her 5-7 balık başına ben 1 tane tutuyordum. 'Hava rüzgarlı olduğundan oltan titriyor, sen de balık tuttum zannediyorsun' dedi. Ara sıra teknenin yerini değiştirdik. Kovayı doldurunca döndük. Ben çok balık tutmadım ama dedem zaten önemli olanın işe elimin alışması olduğunu söyledi. 'Bir sonrakinde sen de benim kadar tutarsın' dedi...
Eve dönünce horul horul uyudum. Uyandığımda da kurt gibi açtım. Anam makarna yapmıştı. Ketçap koyarken ketçabın son kullanma tarihinin geçtiğini gördüm. Dedem 'dolapta hiç bir şey olmaz' dedi ve belki biraz da abartarak skt'si geçmiş ketçabı makarnasına boca etti. Ben de güldüm. Neden? Çünkü dedeme bir şey olmaz.
Sıra benim amfi meseleme geldi. Dedem her gittiğimde bana garajından bir tane amfi ayarlar, ben de onunla gitar çalarım. Bu seferkini beğenmedim. Ben amfinin yarattığı son derece çirkin gürültüyle uğraşırken Kayserili Mehmet Bey göbeğiyle beraber geldi. Dedem için doktordan randevu almış, randevu bilgilerini yazdırdı. (Plot point 1)
Bu doktor çok iyiymiş, Özal'ın doktorunun asistanıymış, annemler dedeme anjiyo yaptırmasını yıllardır söylüyormuş, dedem geç bile kalmış, zaten anjiyo çok basit bir şeymiş, dedemin endişe etmemesi gerekiyormuş, Allah'tan Kayserili Mehmet Bey onu ikna etmiş gibi konuşmalar biz Pazartesi günü yazlıktan dönene kadar havada uçuştu.
Pazartesi dedem anjiyo oldu. Doktor baypas konusunda ısrarcı olmuş. Baypas da riskli bir ameliyatmış. Bizimkiler de başka bir doktora daha göstermeyi planlamışlar.
Salı sabahı kötü haber tez yayıldı. Dedem, kalbi üst üste 2 kez durduktan sonra ameliyata alınmıştı. Doktor ümitsizdi.
Dedemin ameliyattan sağ çıktığı haberi geldi. Kritik gece atlatılırsa, dedemin ciddi şekilde yaşama şansı vardı. Dayım doktordan izin alıp dedemi gördü. 5 saniye. Uyuyormuş...
O gece türlü sıkıntı ve umutlarla dayımın süper lüks Audi'sinin içinde uyumaya çalıştık.
Sabahın ilk ışıklarından birkaç saat sonra güzel haberler almaya başladık. Dedemin durumu iyiydi. Gözlerini açmış. Konuşuyormuş. Biz görebiliyor muymuşuz? Hayır. Yoğun bakımdan çıkacak mı? Risk devam ediyor. Bu geceyi de atlatırsa çıkacakmış.
O günün gecesinde Göksel dayım herkesin morallerini yükseltecek bir olay yaşadı. Biz Mert'le arabada Morrissey ve Smiths dinlerken, dayım ortalıktan kaybolmuştu. Sonra ortaya çıktı:
"Yalvar yakar izin aldım doktordan. Ne olur 5 saniye göreyim onu dedim. Beni tam teçhizat giydirdiler. Maske taktım falan... Babama yaklaştım. Benin görünce 'ulan buradan çıkayım seni bütün dünyaya anlatıcam' dedi. Bir gururlandım, ya dedim, sonunda babam kıymetimi anladı, nihayet beni takdir etti. Ama pek de inanamadım tabii. 'Baba' dedim, 'benim ya, Göksel'... 'Heee' dedi babam. 'Ben de seni doktor sandım'."
Bu hikaye bizi fazlasıyla neşelendirdi. Göksel dayımın fırtınalı hayatı hakkında en ufak bir fikriniz olsaydı, bu hikayeye siz de çok gülerdiniz. Moraller çok yükseldi. Dedem ilk kez bizden biriyle konuşmuştu.
Ben, Yüksel Dayım ve Mert arabada süklüm püklüm yattık. Sabahleyin kahvaltının ardından yoğun bakıma koştuk. Hepimiz çok heyecanlıydık. 1 saatlik bekleyişten sonra bir anda dedem tekerli sandalyede yoğun bakımdan çıktı. Hepimiz çok mutlu olduk. İşte oradaydı. Ve öyle bir bakıyordu ki, sanki tüm bu olanlar hiç yaşanmamıştı.
Kısa sürede kendini toparladı, koridorda yürüyüşe çıktı, konuştu, güldü ve ortalama bir iştahla yemek yedi.
Bir ara ikimiz yalnız kaldık. "Oğlum... Şu son zamanlarda, görüyorum ki bazı şeyleri kafana çok takıyorsun. Hazır yalnızken söyleyeyim..." diye konuşmasına başladı. İçeriğini burada paylaşmayacağım. Sonunda da bana bir hikaye anlattı;
- Ceyhan, sen 'Dalgaları Sayan Adam'ı biliyor musun?
SON
Kankalar ve hanımlarıyla New York'ta yaşadığımız ve henüz sadece bir kısmını paylaştığım korku ve dehşet dolu günlerimizin ardından jet sendromunu bir türlü atlatamıyordum. Saat 6'ya kadar uyumadım. Dedemle ön hazırlıkları yaptık. Tekneye yerleşirken, öyle bir efor sarf ettim ki, dedemin yıllardır yazın her günü balık tutmasına inanamadım, dedem işte bu yüzden bu kadar genç diye düşündüm. Açıldık. Dedem ufka doğru sürerken tekneyi onu izledim, bir yandan da doğan güneşe bakıyordum. Teknemiz dalgalara vura vura ilerliyordu. Çok zevkliydi.
Dedem çoktan balık tutmakta olan kankalarını buldu ve oralarda motoru durdurdu. Bana kısa bir 'balık tutmaya giriş' dersi verdi. Hava rüzgarlıydı. Kurşunu hızla yere salmam gerekiyormuş yoksa yere paralel gidermiş. Kurşunun vurduğunu anlar anlamaz durup çapariye başlamalıymışım.
Attık oltaları. Dedemin tuttuğu her 5-7 balık başına ben 1 tane tutuyordum. 'Hava rüzgarlı olduğundan oltan titriyor, sen de balık tuttum zannediyorsun' dedi. Ara sıra teknenin yerini değiştirdik. Kovayı doldurunca döndük. Ben çok balık tutmadım ama dedem zaten önemli olanın işe elimin alışması olduğunu söyledi. 'Bir sonrakinde sen de benim kadar tutarsın' dedi...
Eve dönünce horul horul uyudum. Uyandığımda da kurt gibi açtım. Anam makarna yapmıştı. Ketçap koyarken ketçabın son kullanma tarihinin geçtiğini gördüm. Dedem 'dolapta hiç bir şey olmaz' dedi ve belki biraz da abartarak skt'si geçmiş ketçabı makarnasına boca etti. Ben de güldüm. Neden? Çünkü dedeme bir şey olmaz.
Sıra benim amfi meseleme geldi. Dedem her gittiğimde bana garajından bir tane amfi ayarlar, ben de onunla gitar çalarım. Bu seferkini beğenmedim. Ben amfinin yarattığı son derece çirkin gürültüyle uğraşırken Kayserili Mehmet Bey göbeğiyle beraber geldi. Dedem için doktordan randevu almış, randevu bilgilerini yazdırdı. (Plot point 1)
Bu doktor çok iyiymiş, Özal'ın doktorunun asistanıymış, annemler dedeme anjiyo yaptırmasını yıllardır söylüyormuş, dedem geç bile kalmış, zaten anjiyo çok basit bir şeymiş, dedemin endişe etmemesi gerekiyormuş, Allah'tan Kayserili Mehmet Bey onu ikna etmiş gibi konuşmalar biz Pazartesi günü yazlıktan dönene kadar havada uçuştu.
Pazartesi dedem anjiyo oldu. Doktor baypas konusunda ısrarcı olmuş. Baypas da riskli bir ameliyatmış. Bizimkiler de başka bir doktora daha göstermeyi planlamışlar.
Salı sabahı kötü haber tez yayıldı. Dedem, kalbi üst üste 2 kez durduktan sonra ameliyata alınmıştı. Doktor ümitsizdi.
Dedemin ameliyattan sağ çıktığı haberi geldi. Kritik gece atlatılırsa, dedemin ciddi şekilde yaşama şansı vardı. Dayım doktordan izin alıp dedemi gördü. 5 saniye. Uyuyormuş...
O gece türlü sıkıntı ve umutlarla dayımın süper lüks Audi'sinin içinde uyumaya çalıştık.
Sabahın ilk ışıklarından birkaç saat sonra güzel haberler almaya başladık. Dedemin durumu iyiydi. Gözlerini açmış. Konuşuyormuş. Biz görebiliyor muymuşuz? Hayır. Yoğun bakımdan çıkacak mı? Risk devam ediyor. Bu geceyi de atlatırsa çıkacakmış.
O günün gecesinde Göksel dayım herkesin morallerini yükseltecek bir olay yaşadı. Biz Mert'le arabada Morrissey ve Smiths dinlerken, dayım ortalıktan kaybolmuştu. Sonra ortaya çıktı:
"Yalvar yakar izin aldım doktordan. Ne olur 5 saniye göreyim onu dedim. Beni tam teçhizat giydirdiler. Maske taktım falan... Babama yaklaştım. Benin görünce 'ulan buradan çıkayım seni bütün dünyaya anlatıcam' dedi. Bir gururlandım, ya dedim, sonunda babam kıymetimi anladı, nihayet beni takdir etti. Ama pek de inanamadım tabii. 'Baba' dedim, 'benim ya, Göksel'... 'Heee' dedi babam. 'Ben de seni doktor sandım'."
Bu hikaye bizi fazlasıyla neşelendirdi. Göksel dayımın fırtınalı hayatı hakkında en ufak bir fikriniz olsaydı, bu hikayeye siz de çok gülerdiniz. Moraller çok yükseldi. Dedem ilk kez bizden biriyle konuşmuştu.
Ben, Yüksel Dayım ve Mert arabada süklüm püklüm yattık. Sabahleyin kahvaltının ardından yoğun bakıma koştuk. Hepimiz çok heyecanlıydık. 1 saatlik bekleyişten sonra bir anda dedem tekerli sandalyede yoğun bakımdan çıktı. Hepimiz çok mutlu olduk. İşte oradaydı. Ve öyle bir bakıyordu ki, sanki tüm bu olanlar hiç yaşanmamıştı.
Kısa sürede kendini toparladı, koridorda yürüyüşe çıktı, konuştu, güldü ve ortalama bir iştahla yemek yedi.
Bir ara ikimiz yalnız kaldık. "Oğlum... Şu son zamanlarda, görüyorum ki bazı şeyleri kafana çok takıyorsun. Hazır yalnızken söyleyeyim..." diye konuşmasına başladı. İçeriğini burada paylaşmayacağım. Sonunda da bana bir hikaye anlattı;
- Ceyhan, sen 'Dalgaları Sayan Adam'ı biliyor musun?
SON
14 Temmuz 2012 Cumartesi
Olağanüstü İnsanlarla Karşılaşmalar - 2
Arda Dandin. 6 yaşında. Geçen yaz mıydı, ondan önceki miydi hatırlamıyorum. Bahar'a asılmıştı. 'I think he is flirting with me' demişti Bahar. Onu tutup 'gelsene yukarıya çıkalım' demiş. Ne diyebilirim? Armut dibine düşermiş.
Arda biraz kilo almış. Göbek tam yol ileri... Annemin doğum günü pastasından 2. dilimi yiyebileceğini öğrenince dünyanın en mutlu insanı oldu. Tabağı öyle bir sıyırdı ki, hayatımda en son bir tabağı ne zaman öyle sıyırdım hatırlamıyorum.
Sarışın. Dayımın gözlerine sahip. Kanaatkar, ama her zaman daha iyisinin olabileceğinin farkında. Dayım da küçükken sarışınmış.
Bugün onunla denize girdik. Annem sürekli ona göz kulak olmamı söyledi. Ben pek sallamadım. Annem bunu anlamış olacak, o da denize girmeye karar verdi. Sürekli Arda'nın başındaydı. Su yutmaması için deli gibi ona göz kulak oldu. Anne, dedim, yapma. Ama niye dedim?
Bir gün Bahar'la İstiklal'de yürürken, babasıyla yolda yürüyen ecnebi (ne demekse) bir çocuk yere düştü. Bahar onu elinden tutup ayağa kaldırdı. Herif Bahar'a hafif bir tebessüm etti. Aradan bir kaç saniye geçmeden - algıda seçicilik bu olsa gerek - Bahar yanlış yaptığını söyledi. Nasıl yani? 'Belki de babası onun kendi kendine ayağa kalkmasını istemiştir' dedi.
Bu benim Bahar'dan öğrendim bir milyon bilgiden biriydi. Constructivist (galiba türkçeye yapısalcı diye çevrildi) mantığın bir uzantısıydı bu. Çocuk 'cız' olan şeyi bırak kendi öğrensin. Ben hayatımda hiç constructivist olmadım. Ama mantığının çekici geldiğini itiraf etmeliyim. Bu kafayı reddetmemin temel sebebi şudur: Eroin 'cız' dır. İyi ki Nuri Alço varmış. Sayesinde eroinden hayatım boyunca nefret ettim. Bir şeyin yapılmaması gerektiğini anlamak için ille de onu tecrübe etmeye gerek yok bence. Adamın çocuğunun yere düşmesinden nerelere geldik?
Yine de, constructivist mantığın gölgesinde, anneme dedim ki, bırak su yutsun. Yutarak öğrensin ne yapmaması gerektiğini. Ama annemin buna tahammülü yoktu. O sürekli Arda'yı izledi, çünkü o bir PIRLANTA. Pırlantalara iyi bakılmalıdır. Arda hiç su yutmadı.
Ben bu arada nispeten zayıf bedenimle denizde koşup koşup suya dalıyordum. Bu, Arda'nın aklını aldı. Hemen beni taklit etti. Onu izlemek çok zevkliydi. Koştukça göbeği sallanıyordu ve gözünde gözlükleriyle ağzı heyecandan mükemmel bir şekle bürünüyordu. Sanki dayım Arda bedeninde karşımdaydı ve beni güldürmeye devam ediyordu.
Denizden sonra eve geldik. Bütün bu süreç boyunca onu içime sokasım geliyordu. Çünkü o kadar tatlı bir varlık ki... Şehriyeli tavuğun ardından bana fena uyku bastırdı. Arda'ya ayfondan sevdiği bir oyun açıp uykuya daldım...
Aradan ne kadar süre geçti bilmiyorum, benim uykuya daldığım kesin, Arda 'Ceyhan ağbi' diye diye etrafımda dolanmaya başladı. Onu duyduğum anda uyandım ama çaktırmadım. Beni uyandırmak için türlü numaralar denedi. Ben de bu sürecin tadını çıkarıyordum... Arda kolay kolay uyanmayacağımı anlayınca beni fena halde dürtüklemeye başladı. İstediği şey çok basitti. Oynadığı oyundan sıkılmıştı ve yenisini istiyordu. Uyandım. App store'a girdim. Fruit ninja ve temple run indirdim. Bu iki oyunla oynarken beni rahat bırakır diye düşündüm.
Uyandığımda arkadaşlarıyla top oynuyordu. Arkadaşlarının dedelerinin 'haydi yemeğe' demesiyle dayım onu eve getirdi. Bizim ki deli gibi ağlamaya başladı. İşte o zaman Arda'yı bırakıp dayımı izlemeye başladım. Şu anda gözlerim doldu. Dayımın üzüntüsüne şahit oldum. Oğlu ağlarken dayımın yüreği paramparça oluyordu.
New York'tayken Oğuzhan benim kendime olan güvenime gönderme yapmıştı. Bu kendime olan güvenimin, kendimi tanımamdan, ve insan evladının aslında birbirinden çok da farklı olmadığını bilmemden geldiğini bilir Oğuzhan.
Arda'yı düşündüm. İsteklerinin özü, bir yetişkinin isteklerinin özünden farklı değildi. Onun istekleri yetişkinlerin mantığındaydı ama farklı bir altyapıyla işliyordu. Sonra tüm zamanların en bilge gruplarından Depeche Mode'un şarkı sözleri geldi aklıma:
Now you're punching and you're kicking
And you're shouting at me
I'm relying on your common decency
So far it hasn't surfaced
But I'm sure it exists
It just takes a while to travel
From your head to your fist
Arda biraz kilo almış. Göbek tam yol ileri... Annemin doğum günü pastasından 2. dilimi yiyebileceğini öğrenince dünyanın en mutlu insanı oldu. Tabağı öyle bir sıyırdı ki, hayatımda en son bir tabağı ne zaman öyle sıyırdım hatırlamıyorum.
Sarışın. Dayımın gözlerine sahip. Kanaatkar, ama her zaman daha iyisinin olabileceğinin farkında. Dayım da küçükken sarışınmış.
Bugün onunla denize girdik. Annem sürekli ona göz kulak olmamı söyledi. Ben pek sallamadım. Annem bunu anlamış olacak, o da denize girmeye karar verdi. Sürekli Arda'nın başındaydı. Su yutmaması için deli gibi ona göz kulak oldu. Anne, dedim, yapma. Ama niye dedim?
Bir gün Bahar'la İstiklal'de yürürken, babasıyla yolda yürüyen ecnebi (ne demekse) bir çocuk yere düştü. Bahar onu elinden tutup ayağa kaldırdı. Herif Bahar'a hafif bir tebessüm etti. Aradan bir kaç saniye geçmeden - algıda seçicilik bu olsa gerek - Bahar yanlış yaptığını söyledi. Nasıl yani? 'Belki de babası onun kendi kendine ayağa kalkmasını istemiştir' dedi.
Bu benim Bahar'dan öğrendim bir milyon bilgiden biriydi. Constructivist (galiba türkçeye yapısalcı diye çevrildi) mantığın bir uzantısıydı bu. Çocuk 'cız' olan şeyi bırak kendi öğrensin. Ben hayatımda hiç constructivist olmadım. Ama mantığının çekici geldiğini itiraf etmeliyim. Bu kafayı reddetmemin temel sebebi şudur: Eroin 'cız' dır. İyi ki Nuri Alço varmış. Sayesinde eroinden hayatım boyunca nefret ettim. Bir şeyin yapılmaması gerektiğini anlamak için ille de onu tecrübe etmeye gerek yok bence. Adamın çocuğunun yere düşmesinden nerelere geldik?
Yine de, constructivist mantığın gölgesinde, anneme dedim ki, bırak su yutsun. Yutarak öğrensin ne yapmaması gerektiğini. Ama annemin buna tahammülü yoktu. O sürekli Arda'yı izledi, çünkü o bir PIRLANTA. Pırlantalara iyi bakılmalıdır. Arda hiç su yutmadı.
Ben bu arada nispeten zayıf bedenimle denizde koşup koşup suya dalıyordum. Bu, Arda'nın aklını aldı. Hemen beni taklit etti. Onu izlemek çok zevkliydi. Koştukça göbeği sallanıyordu ve gözünde gözlükleriyle ağzı heyecandan mükemmel bir şekle bürünüyordu. Sanki dayım Arda bedeninde karşımdaydı ve beni güldürmeye devam ediyordu.
Denizden sonra eve geldik. Bütün bu süreç boyunca onu içime sokasım geliyordu. Çünkü o kadar tatlı bir varlık ki... Şehriyeli tavuğun ardından bana fena uyku bastırdı. Arda'ya ayfondan sevdiği bir oyun açıp uykuya daldım...
Aradan ne kadar süre geçti bilmiyorum, benim uykuya daldığım kesin, Arda 'Ceyhan ağbi' diye diye etrafımda dolanmaya başladı. Onu duyduğum anda uyandım ama çaktırmadım. Beni uyandırmak için türlü numaralar denedi. Ben de bu sürecin tadını çıkarıyordum... Arda kolay kolay uyanmayacağımı anlayınca beni fena halde dürtüklemeye başladı. İstediği şey çok basitti. Oynadığı oyundan sıkılmıştı ve yenisini istiyordu. Uyandım. App store'a girdim. Fruit ninja ve temple run indirdim. Bu iki oyunla oynarken beni rahat bırakır diye düşündüm.
Uyandığımda arkadaşlarıyla top oynuyordu. Arkadaşlarının dedelerinin 'haydi yemeğe' demesiyle dayım onu eve getirdi. Bizim ki deli gibi ağlamaya başladı. İşte o zaman Arda'yı bırakıp dayımı izlemeye başladım. Şu anda gözlerim doldu. Dayımın üzüntüsüne şahit oldum. Oğlu ağlarken dayımın yüreği paramparça oluyordu.
New York'tayken Oğuzhan benim kendime olan güvenime gönderme yapmıştı. Bu kendime olan güvenimin, kendimi tanımamdan, ve insan evladının aslında birbirinden çok da farklı olmadığını bilmemden geldiğini bilir Oğuzhan.
Arda'yı düşündüm. İsteklerinin özü, bir yetişkinin isteklerinin özünden farklı değildi. Onun istekleri yetişkinlerin mantığındaydı ama farklı bir altyapıyla işliyordu. Sonra tüm zamanların en bilge gruplarından Depeche Mode'un şarkı sözleri geldi aklıma:
Now you're punching and you're kicking
And you're shouting at me
I'm relying on your common decency
So far it hasn't surfaced
But I'm sure it exists
It just takes a while to travel
From your head to your fist
13 Temmuz 2012 Cuma
New York'ta Korku ve Dehşet - 2
1. Gün
Uzun süren uçak yolculuğumuz ve varışımızın ilk dakikalarında yaşadığımız kriz Zerrinciğimi bir hayli yormuştu. Oğuzhan da evde karısının yanında kaldı. Ben, Nazlı ve Kuş, Blue Note'a doğru yola çıktık. Gel gelelim Blue Note'un kapı numarasını sokak numarası zannetmem, bizi son derece gereksiz bir yürüyüşe sevk etti. Paris değil ki bura, yürümek o kadar da zevkli değil. Kuş olaya el attı ve metroya binip times square'e (zamanlar karesine) gitme kararı aldık. Örümcek adamın şanına şan kattığı mekanı görünce heyecanlandım. Vay be. Amerika'ya bak, ne acayip bir yer! Film değil, set değil, gerçeğin ta kendisi!
Maalesef NFT Guide (Not for tourists guide) (şiddetle tavsiye ederim) o zaman elimde yoktu. Zamanlar karesinde biraz takıldıktan sonra süper turistik, süper kötü bir burgerciye girdik. Kuş ve Nazlı çok yorgundu ve benim güzel yerde yemek yeme takıntımla uğraşamazlardı. Yemeği yedikten sonra eve dönme kararı aldılar. Bense kendimi Soho'ya atmak için sabırsızlanmaktaydım.
Daha bir gün önce boşanmış olmanın yarattığı derin boşluk hissiyle kendimi New York'un sokaklarına bıraktım. 48. sokaktan Kristofıra kadar yürüdüm galiba. Yürümeye devam ederken karşıma kırmızı yazılar çıktı. SILENCIO! Değil tabii... Village Vanguard. Bende müthiş bir sevinç... Hemen girdim içeriye. Marc Ribot Trio. En sevdiğim. Free jazz free jazz olalı böyle performans görmedi. Kapıdaki herif geç geldiğim için 25 yerine 10 dolar alınca, dolayısıyla ben de şarabımı bedavaya getirince, bayıla bayıla izledim konseri. (Serim)
Dönüş vakti geldi. O kadar basit ki dönüş. Take the 1 train. Üstelik bahsettiğim tren 2 adım ötede. Ne var ki ben 1 yerine 2'ye bindim. Aman, ne olacak, bu da 149'a gidiyor. İnerim orada, 147'ye yürürüm, dert ettiğim şeye bak. İndim trenden. Subway'i (sandviççi) gördüm. Dedim bizim evin de oralarda Subway vardı, demek ki yakındayım. Bilmiyorum ki New York'ta 5 sokakta bir Subway var. Sokaklarda in, cin ve bir kaç zenci amerikan futbolu oynuyor. Deli gibi dolanıyorum. Ev ortada yok. 149. sokaktan aşağıya yürüyorum, o da ne? Ne 148, ne 147, ne 146 ne 145... Doğrudan 144. Dakikalar geçiyor. Terliyorum. Burası neresi lan? Sağda solda nursuz adamlar. Korku sarıyor beni. (Düğüm)
Bir benzin istasyonuna gidiyorum. Herifin birine soruyorum, babuş ben 147'ye gidiyorum, nasıl giderim? Herif haklı olarak soruyor: Oğlum, iyi güzel de, 147 ne? 147 zart mı, 147 zurt mu? Yahu ben hiç öyle düşünmemiştim, altı üstü bi street, sen beni 147'ye at, ben gerisini hallederim! Öyle değil tabii... Allah'tan balık hafızam çalışıyor ve Riverside'ın oralarda oturduğumu belirtiyorum. Bizim babuş şaşırıyor: La oğlum senin burada ne işin var? 90 küsürüncü sokağa geri dön, oradan 1 trenine bin. Hadi sana geçmiş olsun. (Çözüm)
Eve gelince öyle bir mutluluk sarıyor ki beni... Evim evim güzel evim... Sabah uyanıyorum. Kuş ve Nazlı'nın yüzlerinde dehşet ifadeleri var. Kuş ağzındaki baklayı çıkarıyor: Biz dün gece senden ayrılınca yanlış metroya bindik, Harlem'in ortasına düştük. Sokaklarda ölüm kol geziyordu Ceyhan! (Final)
Uzun süren uçak yolculuğumuz ve varışımızın ilk dakikalarında yaşadığımız kriz Zerrinciğimi bir hayli yormuştu. Oğuzhan da evde karısının yanında kaldı. Ben, Nazlı ve Kuş, Blue Note'a doğru yola çıktık. Gel gelelim Blue Note'un kapı numarasını sokak numarası zannetmem, bizi son derece gereksiz bir yürüyüşe sevk etti. Paris değil ki bura, yürümek o kadar da zevkli değil. Kuş olaya el attı ve metroya binip times square'e (zamanlar karesine) gitme kararı aldık. Örümcek adamın şanına şan kattığı mekanı görünce heyecanlandım. Vay be. Amerika'ya bak, ne acayip bir yer! Film değil, set değil, gerçeğin ta kendisi!
Maalesef NFT Guide (Not for tourists guide) (şiddetle tavsiye ederim) o zaman elimde yoktu. Zamanlar karesinde biraz takıldıktan sonra süper turistik, süper kötü bir burgerciye girdik. Kuş ve Nazlı çok yorgundu ve benim güzel yerde yemek yeme takıntımla uğraşamazlardı. Yemeği yedikten sonra eve dönme kararı aldılar. Bense kendimi Soho'ya atmak için sabırsızlanmaktaydım.
Daha bir gün önce boşanmış olmanın yarattığı derin boşluk hissiyle kendimi New York'un sokaklarına bıraktım. 48. sokaktan Kristofıra kadar yürüdüm galiba. Yürümeye devam ederken karşıma kırmızı yazılar çıktı. SILENCIO! Değil tabii... Village Vanguard. Bende müthiş bir sevinç... Hemen girdim içeriye. Marc Ribot Trio. En sevdiğim. Free jazz free jazz olalı böyle performans görmedi. Kapıdaki herif geç geldiğim için 25 yerine 10 dolar alınca, dolayısıyla ben de şarabımı bedavaya getirince, bayıla bayıla izledim konseri. (Serim)
Dönüş vakti geldi. O kadar basit ki dönüş. Take the 1 train. Üstelik bahsettiğim tren 2 adım ötede. Ne var ki ben 1 yerine 2'ye bindim. Aman, ne olacak, bu da 149'a gidiyor. İnerim orada, 147'ye yürürüm, dert ettiğim şeye bak. İndim trenden. Subway'i (sandviççi) gördüm. Dedim bizim evin de oralarda Subway vardı, demek ki yakındayım. Bilmiyorum ki New York'ta 5 sokakta bir Subway var. Sokaklarda in, cin ve bir kaç zenci amerikan futbolu oynuyor. Deli gibi dolanıyorum. Ev ortada yok. 149. sokaktan aşağıya yürüyorum, o da ne? Ne 148, ne 147, ne 146 ne 145... Doğrudan 144. Dakikalar geçiyor. Terliyorum. Burası neresi lan? Sağda solda nursuz adamlar. Korku sarıyor beni. (Düğüm)
Bir benzin istasyonuna gidiyorum. Herifin birine soruyorum, babuş ben 147'ye gidiyorum, nasıl giderim? Herif haklı olarak soruyor: Oğlum, iyi güzel de, 147 ne? 147 zart mı, 147 zurt mu? Yahu ben hiç öyle düşünmemiştim, altı üstü bi street, sen beni 147'ye at, ben gerisini hallederim! Öyle değil tabii... Allah'tan balık hafızam çalışıyor ve Riverside'ın oralarda oturduğumu belirtiyorum. Bizim babuş şaşırıyor: La oğlum senin burada ne işin var? 90 küsürüncü sokağa geri dön, oradan 1 trenine bin. Hadi sana geçmiş olsun. (Çözüm)
Eve gelince öyle bir mutluluk sarıyor ki beni... Evim evim güzel evim... Sabah uyanıyorum. Kuş ve Nazlı'nın yüzlerinde dehşet ifadeleri var. Kuş ağzındaki baklayı çıkarıyor: Biz dün gece senden ayrılınca yanlış metroya bindik, Harlem'in ortasına düştük. Sokaklarda ölüm kol geziyordu Ceyhan! (Final)
12 Temmuz 2012 Perşembe
New York'ta Korku ve Dehşet - 1
1. Gün
Eve vardık. Beğendik. Normalinde 3 çifttik. Oğuzhan'ın 'New York'a bahar gelsin' kampanyası fena patladı. 2 çift bir teke düştük. Dolayısıyla ben otomatikman en kötü yatağa gönüllü oldum. Tatilin tadını çıkarsın çocuklar. (Serim)
Dandik yatak moral motivasyonumu düşürmüşken, biz, 5 mal, arka bahçede kitli kaldık. Anahtar içeride. Karen'in aklı 5 karış havada. Ben bahçeden elime geçirdiğim iki ince ve kırılmaya son derece müsait iki telle kapıyı açmaya çalışıyorum. Yandaki Japon'a yöneldik. Kubilay herife bahçede kısıtlı kaldık dedi. Japon utanmadan ve hiç sıkılmadan şöyle dedi: What do you want from me? O anda güzide Türkçe'mizden bir dünya seçki sayabilirdik ama... Neyse. Hamile kızımız Zerrin'e iyi bakalım derken, kızcağızı engelli atlama çalıştırdık, yan bahçeye geçtik ve Japon'un evinden dışarı çıktık. (Düğüm)
Hemen evimizin kapısına gittik. Önce dış kapının mandalı, sonra iç kapının kilidi açılmalıydı. Dış kapının çetrefilli deseninin içinden kolumu sokup türlü kabızlıklar yaparken, Nazlıcığım, canım benim, hiç nazlanmadan Kubilay'ın verdiği boy desteğiyle elini çetrefilli metal yığınının arkasına atarak kolunun bir kaç saat içinde mosmor olacağından habersiz biçimde dış kapının mandalını açtı.... Sıra iç kapıya gelmişti. O da şak diye açılınca, Broadway ve Riverside arasında kalan 147. sokak sevinç çığlıklarıyla inledi. (Çözüm)
Uptown'ın fatihleriydik. Ancak sevinç çığlıklarına çabuk geçtiğimizi bilmiyorduk. New York metrosu kendisini anladığını zanneden zibidi Türklere sabaha karşı 2 sularında Harlem'in harman olduğu yerde şahane bir oyun oynayacaktı... (Devamı sonra)
Eve vardık. Beğendik. Normalinde 3 çifttik. Oğuzhan'ın 'New York'a bahar gelsin' kampanyası fena patladı. 2 çift bir teke düştük. Dolayısıyla ben otomatikman en kötü yatağa gönüllü oldum. Tatilin tadını çıkarsın çocuklar. (Serim)
Dandik yatak moral motivasyonumu düşürmüşken, biz, 5 mal, arka bahçede kitli kaldık. Anahtar içeride. Karen'in aklı 5 karış havada. Ben bahçeden elime geçirdiğim iki ince ve kırılmaya son derece müsait iki telle kapıyı açmaya çalışıyorum. Yandaki Japon'a yöneldik. Kubilay herife bahçede kısıtlı kaldık dedi. Japon utanmadan ve hiç sıkılmadan şöyle dedi: What do you want from me? O anda güzide Türkçe'mizden bir dünya seçki sayabilirdik ama... Neyse. Hamile kızımız Zerrin'e iyi bakalım derken, kızcağızı engelli atlama çalıştırdık, yan bahçeye geçtik ve Japon'un evinden dışarı çıktık. (Düğüm)
Hemen evimizin kapısına gittik. Önce dış kapının mandalı, sonra iç kapının kilidi açılmalıydı. Dış kapının çetrefilli deseninin içinden kolumu sokup türlü kabızlıklar yaparken, Nazlıcığım, canım benim, hiç nazlanmadan Kubilay'ın verdiği boy desteğiyle elini çetrefilli metal yığınının arkasına atarak kolunun bir kaç saat içinde mosmor olacağından habersiz biçimde dış kapının mandalını açtı.... Sıra iç kapıya gelmişti. O da şak diye açılınca, Broadway ve Riverside arasında kalan 147. sokak sevinç çığlıklarıyla inledi. (Çözüm)
Uptown'ın fatihleriydik. Ancak sevinç çığlıklarına çabuk geçtiğimizi bilmiyorduk. New York metrosu kendisini anladığını zanneden zibidi Türklere sabaha karşı 2 sularında Harlem'in harman olduğu yerde şahane bir oyun oynayacaktı... (Devamı sonra)
11 Temmuz 2012 Çarşamba
La familia es todo
Tribeca'da aval aval tek başıma yürürken bankta bir adam gördüm. Ama ne adam... Bu mu lan o? Vallaha da o! Görür görmez yanına gittim. Dedim sör, ben sizin hayranınızım, bir fotoğraf pliz. O biçim bir manita vardı bizim ihtiyar delikanlının yanında. Benim fotomu napçen oğlum, asıl bu kadının resmini çek dedi. Manita hemen aldı benim ayfonu, çekti resmimizi. Baba benle epey muhabbet etti. Torununun matematik dersinden, Türkiye'nin değişen seküler yapısına kadar konuştu. Dedim sen ne çok şey biliyon? Dedi 'ben her şeyi bilirim'. Nal gibi ego. Kendisini Breaking Bad'den tanıdığımı söyleyince inceden ayar oldu. 'Sen ne diyon oğlum ben Scarface'de hani o bombayı patlatacak olan adamdım' diyecek hali yok tabii, mallık bende... Hector Salamanca... La familia es todo... Hem de boşanmanın üzerine... Tesadüf diye bir şey yok mudur nedir?
17 Haziran 2012 Pazar
BEHZAT
Ah Behzat'ım ah... Kızının intiharı cinayet çıktı, büyük patron anan çıktı, kızının katili öbür kızın çıktı, kesik parmakçı Suna çıktı, öbür kesik parmakçı Akbaba'nın sevgilisi çıktı, anan meğersem(!) ölmemiş yaşıyormuş, Funda ajan çıktı, Memduh meğersem(?) ölmemiş yaşıyormuş... Bu ne biçim senaryo la? Hepiniz birbirinden güzide kanlı canlı karakterlersiniz. Rica ediyorum, senaryoyu biraz daha geliştirelim. You have personality, personality goes a long way!
7 Haziran 2012 Perşembe
Olağanüstü İnsanlarla Karşılaşmalar - 1
Cem Barışcan. Yönetmen. Desise - The Ploy filmi vimeo'da mevcut, tavsiye ederim.
Cem bana hayranlıkla Akiro Kurusawa'nın Oscar aldığı videoyu izletti. Akiro Kurosawa orada şöyle diyor: 'Bunu hak edip etmediğim konusunda endişelerim var. Çünkü sinemayı henüz anladığımı düşünmüyorum'.
Bu tutum, insanların mütevazilik dediği şey. Mütevazilik hayatım boyunca kıl olduğum bir tutum olmuştur. Bana sahtekarlık gibi gelir. Bir adam iyi bir yönetmense, insanlar da ona sen iyi bir yönetmensin diyorsa, adam da iyi bir yönetmen olduğunu düşünüp 'sağ olun, iyi bir yönetmen olmaya çalışıyorum' falan gibi laflar ediyorsa, bunun adı sahtekarlıktır.
Ama Kurosawa'nın tutumu başka. O gerçekten sinemayı anladığını düşünmüyor. Hayatta tanıdığım bir çok ustanın tutumu da budur zaten. Miles Davis, Bird ve Diz'i ilk duyduğunda büyülendiğinden ve hayatı boyunca o büyülü sesi çıkartmaya çalıştığından, hala o sesi çıkartamadığından ama çok yaklaştığından bahseder. Üstelik Miles Davis ağzına geleni rahatlıkla söylemekten çekinmeyen bir adamdır.
Son yıllarda felsefenin süper starı olmanın kaymağını yiyen Slavoj Zizek, Yamuk Bakmak isimli kitabında Lacan'ın 'küçük öteki nesnesi' kavramından bahseder. Bu nesnenin en büyük özelliği, sizin takıntınız olması ve ona asla ulaşamıyor olmanızdır.
Akiro Kurosawa'nın lafı tipik bir 'küçük öteki nesnesi' durumudur. Dikkat edin: 'Henüz anladığımı düşünmüyorum'. Yani hala, örneğin 100 yıl daha yaşayacak olsa, bunu anlama ihtimaline işaret ediyor. Ama hiç bir zaman anlayamayacak. Miles'a hayatı boyunca iyi müzikleri yaptıran bu nesnedir. Kurosawa'ya bu filmleri çektiren de...
Neyse, Cem geldi, bu yazıya sonra devam edebilirim.
Cem bana hayranlıkla Akiro Kurusawa'nın Oscar aldığı videoyu izletti. Akiro Kurosawa orada şöyle diyor: 'Bunu hak edip etmediğim konusunda endişelerim var. Çünkü sinemayı henüz anladığımı düşünmüyorum'.
Bu tutum, insanların mütevazilik dediği şey. Mütevazilik hayatım boyunca kıl olduğum bir tutum olmuştur. Bana sahtekarlık gibi gelir. Bir adam iyi bir yönetmense, insanlar da ona sen iyi bir yönetmensin diyorsa, adam da iyi bir yönetmen olduğunu düşünüp 'sağ olun, iyi bir yönetmen olmaya çalışıyorum' falan gibi laflar ediyorsa, bunun adı sahtekarlıktır.
Ama Kurosawa'nın tutumu başka. O gerçekten sinemayı anladığını düşünmüyor. Hayatta tanıdığım bir çok ustanın tutumu da budur zaten. Miles Davis, Bird ve Diz'i ilk duyduğunda büyülendiğinden ve hayatı boyunca o büyülü sesi çıkartmaya çalıştığından, hala o sesi çıkartamadığından ama çok yaklaştığından bahseder. Üstelik Miles Davis ağzına geleni rahatlıkla söylemekten çekinmeyen bir adamdır.
Son yıllarda felsefenin süper starı olmanın kaymağını yiyen Slavoj Zizek, Yamuk Bakmak isimli kitabında Lacan'ın 'küçük öteki nesnesi' kavramından bahseder. Bu nesnenin en büyük özelliği, sizin takıntınız olması ve ona asla ulaşamıyor olmanızdır.
Akiro Kurosawa'nın lafı tipik bir 'küçük öteki nesnesi' durumudur. Dikkat edin: 'Henüz anladığımı düşünmüyorum'. Yani hala, örneğin 100 yıl daha yaşayacak olsa, bunu anlama ihtimaline işaret ediyor. Ama hiç bir zaman anlayamayacak. Miles'a hayatı boyunca iyi müzikleri yaptıran bu nesnedir. Kurosawa'ya bu filmleri çektiren de...
Neyse, Cem geldi, bu yazıya sonra devam edebilirim.
15 Mayıs 2012 Salı
Where Eagles Dare
Behind the enemy line. Clint desen burada, Richard Burton desen burada, entrika burada, gizli görev burada... Yandım be... Karlı ortam. Şato. Şatoya sızma. Adamları ince ince öldürme. Sürekli kafada soru işareti yaratma... Yalnız ne diyorum bak... Richard Burton biraz Superman olmuş. O olmadı, bir yerde hata yapsa iyi olurdu yani. Kayınbirader gerçek üstü buluyor behind the enemy line filmlerini... Haklı adam. Richard Burton da insandır sonunda. Manitalar da daha güzel olabilirdi. Bak Pekinpah'a... Rus cıvırları nasıl doldurmuş filme. Neyse. 8/10.
Dirty Dozen
Behind the enemy line. Şahane film. 10 üzerinden 8. 12 suçluyu al, Nazi'lerin üzerine sal. En kıl olduğum yanı, son görev biraz aceleye gelmiş, çabuk bitirdiler işi. Tamam süreç başlı başına zevkliydi ama, son görev bu kadar kolay olmamalıydı. Donal Sutherland, Charles Bronson ve Kasavitız... Başlarında Lee Marvin... Bu filmlerden 1000 tane olsa, 1000'ini de izlerim. Profesyonel işi. Devinim o biçim. Savaş oyunu oynadıkları bölüm Ertem Eğilmez filmlerini hatırlatıyor. Fazla iyimser. Komutanın kıs kıs gülmeleri filan... Neyse lan hadi, iyi filmdi daha bişey demiyorum.
Cross of Iron
10 üzerinden 7. Sam Peckinpah, mahallenin delisi gibi bir adam. Tersine gider. Filmlerinin anlatım tarzı da bir gariptir. Sanki Ya Allah Bismillah demiş, hadi çocuklar demiş, çekmiş gitmiş.
Birçok savaş filmi için militarist midir değil midir gibi tartışmalar olur. Savaş filmleri doğası gereği genelde militarist değildir, ancak bal gibi de askerliğe ve savaşa özendirir adamı. Cross of Iron şüpheye mahal bırakmayacak düzeyde savaş karşıtı bir film. James Coburn inceden Kubilay'a mı benziyor sanki?
Birçok savaş filmi için militarist midir değil midir gibi tartışmalar olur. Savaş filmleri doğası gereği genelde militarist değildir, ancak bal gibi de askerliğe ve savaşa özendirir adamı. Cross of Iron şüpheye mahal bırakmayacak düzeyde savaş karşıtı bir film. James Coburn inceden Kubilay'a mı benziyor sanki?
Rolling Thunder
İşte Allah'ın cezası bir film. 10 üzerinden 6. O da Linda Haynes ve Tommy Lee Jones'un cici hatırına.
25 Nisan 2012 Çarşamba
Uzun Mesafe Tembeli
Bir başka dertti benimkisi. Anadan laklakçı, babadan susucu, kısa mesafe canavarı, uzun mesafe tembeli, çok düşünüp taşınan, tez fikir değiştiren, doğuştan rahat, yokluktan ırak, şahsı tekil ama ruhu çoğul bir adamdım. Bitmek tükenmek bilmeyen tatilimin tadı kaçmaya başlamıştı. Cehennem başkalarıydı, insanları sevmiyordum, ikiyüzlülerin dünyasında tek yüzü olan kral değildi ve artık sosyalleşmek bana dönen cisimlerin kinematiğinden daha zor geliyordu.
Aynadaki görüntü nasıl gerçek olur, havada duran makara mı var, sürtünmesiz ortam nasıl varsayılır gibi sorular sormadan birkaç yıl önce, ilkokulda, Fen Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde, kitaba bakakalmıştım. Bir atom modeli resmediliyordu: Ortada çekirdek ve etrafında dönen elektronlar. Güneş sistemine benzettim. Heyecanlandım. Örtmenim biz aslında bir atomun içinde yaşıyor olabilir miyiz? Kahkaha attı sınıf. Saçmalama dedi öğretmen. Aynı öğretmen başka bir gün ‘bizi Allah yarattı’ dedi. ‘Allah’ı kim yarattı’ diye sordum. ‘O zaten var’ dedi öğretmen. Akademik hayatımın ilk kısa devreleriydi bunlar. Ondan sonra hemen her şey zor geldi bana. Soruların mantığa dayanmayan kestirme cevapları vardı. Akla gelen fikirler genelde saçmaydı. Hep bir ağızdan aşağılanma riski yüksekti. Eğitim polisi yandaşlarıyla beraber en ağır cezaları rahatça kesebiliyordu. Başkaları, ilk kez o zamanlar bana cehennem sıcağını hissettirmişti.
Kantarımın topuzu kaçmış ve ruhumun pusulası şaşmıştı. Yağmur yağıyordu ve ben bir köpektim. İlkokul günlerimi hatırlamanın sağaltıcı bir etkisi yoktu, ayrıca kendimi düşünmek bende artık kusma duygusu yaratıyordu. Buzdağının görünen yüzü zaten oldukça büyüktü ve ben periskopa bakmaya hep üşenmiştim. Bir gürültü koptu. Ölümün önce düşüncesi ve korkusu, sonra coşkusu ve sevinci geldi. Ne yazık ki ölecek kadar şanslı değildim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)